SADAT-I KİRAM

GAVS-I SANİ SEYYİD ABDULBAKİ HZ.(ks)
Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilibey, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayarak Menzil’i mekan edinen Gavs Hz.leri ve oğulları (Seyda Hz.leri ve (gavsi sani Hz.leri) kıyamete dek sürecek irşad faaliyeti sergilemektedirler. Peygamber soyundan gelen bu aile, Şah-ı Nakşibendi (k.s.)’ın Kasr-ı Arifan’da başlattığı irşadın ikincisini her türlü çileye rağmen, devam ettirmektedirler. Bu yüzden Menzil’e Seyda Hz.leri (k.s.) ikinci Buhara demiştir. Gerek Gavs Hz.leri, gerek Seyda Hz.leri ve gerekse Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerinin bu yerlerde Allah’ın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmamıştır. Rıza-ı Bari hayatlarının parçası olmuş ve bu uğurda diyar diyar gezmişler ve bu uzun yürüyüşten sonra , Menzil en son durakları olmuş. Böylece göç ve hicret hayatını yaşayarak Resulüllah’a mutabaat yaptılar.

Bu yürüyüşü önce Gavs Hz.leriyle köy köy gezerek başlamış Seyda Hz.leri döneminde kalabalıklara dönüşmüş ve Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerin de ise zirveye ulaşmıştır. Bu irşad halkasının içinde Şeyh Abdurrahman-ı Tahi, Şeyh Fethullah, Şeyh Muhammed Diyauddin, Şeyh Ahmed-el Haznevi gibi sadatlar sıralanmış, mekan değiştirenlerin yerine Gavs Hz.leri, Seyda Hz.leri ve Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri aynı heyecanla bu yolu bugüne dek taşıyarak onların yollarını takib etmişlerdir.

Nöbeti devraldığı zat, hem kardeşi, hem yol arkadaşı, hem mürşidi Seyda Hz.leridir. hayattayken arkasında iki büklüm bir vaziyette büyük bir adabla peşisıra yürümesiyle dikkati çeken Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri ilerisini haber verircesine nöbeti Seyda Hz.lerinden devralmıştır. Babaları Gavs Hz.leri olan bu ikili, ailenin gözbebekleridir adeta.

Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri tâ çocukluk yaşlarda hastalığa yakalanmış, zayıf ve bitap düşmüştür. Malum bizim gibi zayıf insanlar için hastalık günahlara kefaret olan ilaçtır ama, büyük zatlar için makam almalarına veya bir basamak ilerisine sıçramak için verilen ilaçtır. Verem hastalığına yakalanmış, ama hasta haliyle Siirt’te, oradan da Van’a okumaya gitmeyi ihmal etmedi. O zamanları medrese talebeliğinin yanısıra , tevbe de veriyordu. Bir yandan hastalık, bir yandan talebelik ve bir yandan da Gavs Hz.lerinin emri doğrultusunda irşada yardımcı olmasıyla alametlerini tâ o günlerde belli etmesi büyüklüğüne işarettir.

Gavs Hz.leri Van’a gönderdi. Van’da ne oldu? Kısa zamanda irşad halkası genişledi ve çoğaldı. Kötü hallerini bırakan halkaya dahil oluyordu. Tabii bu arada rahatsız olanlar muhalefet etmeye başladılar. İstemeyenler ve çekemeyenler oldu. Münkirler boş durmadılar, hemen şikayet ettiler. İki-üç gün tevkif edildikten sonra Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerini genç yaşta 30 gün süreyle tutukladılar. Molla Ahmed bu durumu Gavs Hz.lerine açıklamaya çekinir, rahatsızlık duyacağını hesap ederek önce tereddüt etti ve nihayet Seyyid Sıtkı’ya söyler. Zaten Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri hastaydı. Bir de hapishane hayatı eklenince, bütün bunları Gavs Hz.leri işitirse ne yapar düşüncesiyle Molla Ahmed’in anlattıklarını dayıları açıklar.Dayıları Seyyid Sıtkı diyor ki:

“Ben Gavs Hz.lerine söyleyince, Gavs Hz.leri öyle oldu ki, öyle ferahlandı ki, inanın çiçek gibi açıldı. Öyle tebessümle bana dedi ki:

-Ondan büyük nimet ne var? Allah’a şükredelim. İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendi, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne hepsi içerde mapus kaldı. Onlara mutabaatı oldu. Bazıları hata yapıyor, suç işliyor, tevkif ediliyor ve ceza altına giriyor. Bu Allah’ın yolunda tevkif edilmiş ve nezaret altına alınmış ne kadar büyük nimettir. Ne kadar şükretsek azdır.”

O yörenin insanları kötü işleri bırakıp, yola gelmesinden rahatsızlık duyanlar Yüzbaşı’ya şikayet ediyorlar, o da huduttaki yüzbaşıya bildiriyor, derken yirmibeş muhtardan imza toplayarak gözaltına alıyorlar.

30 günden sonra serbest bırakıyorlar. Gerçi şikayet edenlerin ekserisi hakikati görünce pişmanlık duymuşlar ve yola girmişler. Baktılar ki ne kadar çile çekiyorsa bu zat, o kadar Allah (C.C.) daha fazla veriyor. Bu durumu idrak edenler hemen diz çöküp halkaya dahil oluyorlardı. 30 günden sonra Menzil’e geliyorlar, daha sonraları tekrar okumak için gidip geliyorlardı. Allah’ın dostları hepsi çekmiş, eziyet onlar için lezzet ve taddır.Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerinin terbiyesinde başta Gavs Hz.lerinin ve Molla Derviş gibi Hocaların katkısı büyüktür. Seyda Hz.leri nasıl ki Gavs Hz.lerinin emrinde nasıldı, Seyyid Gavs-ı Sani belki iki-üç misli daha fazla Seyda (k.s.)’ın emrindeydi. Seyda Hz.leri ağabey-kardeş ilişkisinin ötesinde can yoldaş idiler. Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri Gavs (k.s.)’ın döneminde bile Seyda Hz.lerinin karşısında sanki ölü ve cansız gibiydi, yani teslimiyet çoktu. Zaten Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerinin bu halleri , onun ileride Seyda Hz.lerinden sonra büyük bir zat olacağını haber veriyordu. Adabı ve halleri “Seyda Hz.lerine layık olmaya çalışacağım” mesajını ortaya koyuyordu.

Nitekim de Seyda Hz.leri bu dünyadan göç ettikten sonra irşad daha da kat kat arttı.Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri hastalık çektiği için genç yaşlarda çok zayıfmış, ince yapılıymış. Gavs Hz.lerini Ankara’ya yolladı, o hastalık geçti, dönüşte kilo almaya başladı. Böylece o zayıflık da üzerinden alınmış yerine heybet hakim olmuş. Hem de öyle bir heybet ki, sima olarak artık babası Gavs
Hz.lerine benziyordu. Seyda Hz.lerinin sofilerinden Gavs’ı tanımayanlara, Seyyid Gavs-ı Sani’yi görmeniz kâfi deniliyor. Gerçekten de, Gavs’ı görenler yüzcek benzediğini söylüyorlar. Hastalık, hapis, eziyetler derken sabır yürüyüşünü Seyda Hz.lerinin arkasında adapla yapıyordu. Seyda Hz.lerinin halifelik öncesi ve sonrası emrinden çıkmayan birisi varsa o da Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri idi. Hayatında iki şey mukaddes biliyordu: birisi Gavs Hz.leri ve Seyda Hz.leri, diğeri ise Kur’an ve hadis…

Öyle ki , Seyda Hz.leri şu işi yap, hemen yapıyordu. Ağabey-kardeş ilişkisi teslimiyet çerçevesinde geçti. Zaten Mürşid-i Kâmil’in alameti âdâbıdır. Gavs Hz.leri vefat edince bütün işleri Seyda Hz.leri yapıyordu. O yıllar en büyük yardımcısı Seyyid Gavs-ı Sani (k.s.)idi. Hayatını âdâb ve teslimiyet üzerine tanzim etmişti. Gavs Hz.lerine de öyle candan ve aşktan bağlıydı ki,
onun dar-ı bekâya irtihali Seyyid Gavs-ı Sani (k.s.)’ın iç dünyasında fırtına estirmiş, adeta şok hali yaşamasına sebep oldu. Öyle bir şok ki beraber yaşadıkları Seyda Hz.lerini bile bir an unuttururcasına, 21 gün biat etmemiş Gavs Hz.lerinin merkadına günlerce yüz sürmüş ve onu kaybetmenin hüznünü yaşıyordu. Tabii bu şoktan çıkmama hali Seyda Hz.lerine beyatını
geciktirmesine sebep olmuş. Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerinin bu haline itiraz edenler olmuş ama , o bütün bunlara aldırış etmeden Gavs (k.s.)’ın merkadına yapışmıştı. Yine birgün Seyyid Gavs-ı Sani hz. Gavs’ın merkadında, Seyda Hz.leri de merkadda o arada Kur’an okuyor. İşte o sıra ne olduysa orda oluyor, Seyda Hz.leri:

“gavsi sani otur…” diyor ve beyatı o anda gerçekleşiyor. Hatta, maneviyatta Gavs’ın (k.s.) Seyda Hz.lerine üç sefer:

“- Raşid, S. gavsi sani’ye dikkat et. Onu sana teslim ettim” dediği rivayet ediliyor. Böylece, Seyda Hz.leri bu ikaz karşısında Seyyid Gavs-ı Sani (k.s.)’ına “otur” diyerek emaneti veriyor. Kelimenin tam anlamıyla bu emanet Seyyid Gavs-ı Sani’ye (k.s.) verilen en büyük hediyeydi. Artık o şok hali
üzerinden kalkıyor, yeni bir hayata başlamanın sevinci üzerini kaplıyordu. Gavs (k.s.)zamanındaki beraberlik eskisinden daha da çok koyulaşarak Mürşid-Halife ilişkisine dönüşüyor. Seyda Hz.leri halifeliği gavsi sani hz.ile beraber ikisinin icazetini bir perşembe akşamı veriyor. Seyda Hz.lerinin sofileri Menzil’e ziyarete gittiğinde hep onu Seyda Hz.lerinin arkasında iki büklüm gördü ve hafızalarımızda hep o hali kaldı. Ayrıca Seyyid Gavs-ı Sani sırt ağrılarından dolayı Seyda Hz.lerinin emriyle ameliyat da olurlar.Seyda Hz.leri de dar-ı bekâya irtihal edince bütün yük Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerinin omuzlarına binmiştir. Nasıl ki, Gavs zamanında en büyük destekçi

Seyda Hz.leri idi, Seydamızın döneminde de en büyük yardımcı Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri idi. Şimdi Menzil’in işleri daha da yoğunlaşmıştır. Bir yandan camii inşaatı, diğer yandan merkad inşaatı ve diğerleri bunun en büyük göstergesidir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı için, Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerini başlatarak, Gavs (k.s.) ve Seyda (k.s.)’ın bıraktığı temelleri daha da genişletmişlerdir.

Önce Türk-i Cumhuriyet’lere yönelik bir seyahatı başlatırlar. Daha sonra bu yolculuktan sonra umre hazırlığına koyulur. Türk-i iller ve Umre yolculuğu derken, Menzil’e döner dönmez merkad ve camii inşaatını gerçekleştirir. Sene içinde de Afyon’u ve Pursaklar’ı ziyaret ederek hem irşad hem de mutabaat yapıyorlar. Seyda Hz.lerinden devraldığı yük, beş-on misli daha da artarak
bu dönemde şeritle (iple) tevbe verme metodunun görülmesi bu dönemin en belirgin özelliğini ortaya koyması bakımından mühimdir. O kadar yük artmış ki, Allah’ın rahmeti ve kudreti olmasa hiç bir insanın bu yükü taşıması mümkün değildir. Bütün bu eziyetleri Allah için çekiyorlar. Her türlü insanın nefes kokusuna normal bir insan, değil bir gün, bir saat bile dayanamaz. Öyle oluyor ki, camii tıklım tıklım, üstüste secde ediliyor, nefessizlikten dayanılmaz hale geliyor. Böyle olduğu halde, hem camii inşaatı, hem Menzil’in işleri, hem sırt ağrıları, hem de irşad faaliyetlerini bıkmadan usanmadan, aralıksız bir şekilde yürütüyorlar. Fakat, Allah-ü Teala ona göre kuvvet vermiş. Allah’ın muhabbeti olmazsa ve sadatların muhabbeti olmazsa bütün bu işlerin yapılması imkânsızdır.

Bel ağrılarına rağmen yine de irşaddan geri kalmıyor, devamlı sofilerin hizmetinde. Rahatsızlığını bile hiçbir zaman dile vurmaktan haya edinen bir mizacı var. Hastalığını soranlara, sıkılgan bir vaziyette anlatmaktan imtina ediyor, ancak ve ancak sırtını çeviremediğini görerek anlaşılıyor. Dikkatle bakıldığında kendini ve sırtını çeviremediği gözlerden kaçmıyor. Bunlara rağmen irşad faaliyetlerine yılmadan usanmadan ve sorumluluk duygusuyla devam ediyorlar. Bu vazifeyi madem yapacaksan, tam yapacaksın şuuruyla hareket ediyor. Allah (C.C.) ecirlerini artırıyor.

Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri denilince ilk evvela âdâb akla geliyor. Gavs (k.s.)’ın Şah-ı Hazne’ye bağlılığı ve Seyda Hz.lerinin Gavs’a teslimiyeti, Seyyid Gavs-ı Sani (k.s.)’ında zirveye çıkarak âdâba dönüşmüştür. Diğer halifelerde de var ama, Seyyid Gavs-ı Sani’de tarif edilmez bir şekilde
bambaşka…

Seyda Hz.lerinin ardından merkadı ve camiiyi yapması, evlere ve çeşmelere el atması gibi faaliyetlerine de akıl sır ermiyor. Yani tasarrufatına akıl ermiyor ve çok hızlı başladı. Tabii hep Allah’tan geliyor. Bu dönemde çorba daha da fazla kaynıyor, ekmek daha çok çıkıyor, tabiri caizse on misli oldu.

İşte bu yoğun faaliyetinde Seyyid Gavs-ı Sani Hz.lerinin dilinden sohbet bile işitemez olduk. Zaten fırsat yok. Sohbet ederse, tevbe veremezsin ve irşadın aksamasına yol açar. O bakımdan hiç boş durmuyor, o yüzden sohbete sıra gelmiyor. Seyda Hz.leri Gavs’tan sonra yaklaşık iki sene çok sohbet etti, sonradan birdenbire bıraktı. Vefatına yakın veda niteliğinde sohbetleri oldu o kadar. Fakat, Seyyid Gavs-ı Sani Hz.leri irşadı devraldıktan sonra sohbet etmemesi, yukarıda işaret ettiğimiz hususlardan kaynaklanmaktadır. Bu dönemde amel, zikir ve akıl ön planda. Muhabbetten ziyade çalışmak, bu dönemin en belirgin özelliği.

kasriarifanforum.com dan alıntıdır.

ESSEYYİD MUHAMMED RAŞİD EROL HZ(KS)

AİLESİ VE YAŞADIGI YERLERBağlıları arasında Seyda hazretleri namıyla bilinen Eşşeyh Esseyyid Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleri 23.3.1930 tarihinde
Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Siyanüs köyünde dünyayı şereflendirmişlerdir. Babası Gavsi Bilvanisi Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s.) hazretleri olup Nakşibendi büyüklerindendir.
Dedeleri Seyyid Muhammed Şeyh Muhammed Diya-uddin (k.s.) hazretlerinin halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Seyda hazretleri Evladı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan geldiği için de “El-Hüseyni” denilmektedir. Seyyidlik şeceresi şu şekildedir:
1 -Seyyid Muhammed Raşid Hüseyni
2 -Seyyid Abdülhakim el-Hüseyni
3 -Seyyid Muhammed
4 -Seyyid Maruf
5 -Seyyid Tahir
6 -Şeyh Seyyid Kal
7 -Seyyid Hace Ebu Tâhir
8 -Seyyid Said Ebu l-Hayr
9 -Seyyid Ali
10-Seyyid Halil
11-Seyyid Hasan
12-Seyyid Mahmud
13-Seyyid Ali
14-Seyyid Taceddin
15-Seyyid Kasım
16-Seyyid İdris
17-Seyyid Ca’fer
18-Seyyid Kasım
19-Seyyid Kemaleddin
20-Seyyid Ebu Firas
21-Seyyid Fellâh
22-Seyyid Muhammed
23-Seyyid Taceddin
24-Seyyid Ebu Firas
25-Seyyid Maceddin
26-Seyyid Muhammed el-Mağfur Ebu Firas
27-Seyyid Şerafeddin
28-Seyyid imam Ali
29-Seyyid İmam Hüseyni (r.a.)

Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir alimdi.
Hüsn-ü hat sanatinda çok mahirdi. Hazret’e intisab etmiş, Nakşibendi halifesi olarak icazet ve hilafet almişti.
Fakat kendisi şeyhine “Sizin sagliginizda kendi halifeligimi açikliya-mam, sizden sonraya kalirsam, açiklanmasini birisine vasiyyet edersiniz.
Aksi takdirde sizin yaşadiginiz devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz” diye rica etmişti.
Şeyhinden önce vefat ettigi içinde halifeligi açiktan ilan edilmeyip gizli kalmiştir. Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muham-med’in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (Seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür.
Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatime Validemizle evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur.
Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir. İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Ta-runi köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka Va-lidemizdende Seyda hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Ab-dülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kızkardeşleri olmuştur.
Seyda hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar.
Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi’nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler. Şah-ı Hazne Seyda Hazretlerini 9 yaşındayken görür.
Yüzü aydınlanır. İleride çok sofileri olacağını belirtir ve Allah’a şükrederek “Biz onun cemaatında bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatın çobanını görmek te büyük bir nimettir” derler.
Seyda hazretleri (k.s.) bu köyde yine Seyyide olan Sekine Validemizle evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğullan ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir.
Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Seyda hazretleriyle birlikte Bitlis’in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt’in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler.
9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa’da, sonra Diyarbakır’da tamamladı) kaldıkları Gadir’den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler.
Babası Gavs hazretleri l Haziran 1972 yılında vefat edince başhyan ir-şad görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Seyda Hazretleri babasının vefatında buyurdular: “Allah (cc) Resulüne “Biz seni alemlere rahmet olarak göndermekten başka birşey için göndermedik. Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü.
Benim babam da Allah Rasûlünün varislerin-dendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşad ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekan etti. Allah Hayy’dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah’a… herşey fanidir.”
1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Seyda hazretlerinin (k.s.) yurtiçinden ve yurdışmdan aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18.7.1983 tarihinde Çanakkale’nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yolaçmıştır. Önce Adıyaman’a, sonra Adana’ya oradanda Gökçeada’ya götürülen Seyda hazretleri çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu
30.1.1985 tarihinde Ankara’ya nakledilmiştir. Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsadesiyle tekrar Menzil’e dönmüştür. Tekrar tebliğ ve irşad hizmetinedevam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içersine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Seyda hazretleri (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.
Şeker, damar sertligi, tansiyon ve romatizma hastaliklari nedeniyle uzun yillar tedavi gören Seyda hazretlerinin ölümünden bir yil önce ayagi kirilmiş çektigi izdiraplarina bir yenisi eklenmiş, fakat irşad faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir.
Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara’ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22.10,1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahmana kavuşmuştur. Vefat haberini alan onbinlerce bağlısının katılımıyla ertesi gün Menzilde babasının yanı başında toprağa verilmiştir.

ALLAH-U TEALA CÜMLEMİZİ ŞEFAATİNE NAİL EYLESİN

SEYYİD ABDULHAKİM EL HÜSEYNİ HZ(ks)

Gavs hazretleri… Büyük Mürşit… Seyyid Muhammed’in oğludur.
Seyyid Muhammed, Hazret’in halifelerindendi. Ancak üstatlarına: “Efendim, siz hayatta iken ben halifelik yapmam, bu yüzden beni ma’zur görün. Saadetli ömrünüz boyunca, bu fakiri dizinizin dibinden ayırmayın, gizleyin. Şayet benim ömrüm sizden sonra devam edecekse bu durumu birine bildirip, halifeliğimi vasiyet edersiniz.” diyecek kadar mahviyet sahibi… Ne garip ki, bu zat mürşidinden evvel vefat edecek ve mürşidi de onun hakkında şu yücelik ifadesini kullanacaktır :”Allah (CC)’a yemin ederim ki, şu memlekette Seyyid Muhammed gibisini görmedim. Sizler sakın onu zamanındaki diğer alimlerle karıştırmayın. Siz hiç kendisine halifelik verilipte bunun saklanmasını isteyen birini gördünüz mü? kendisi halifemiz olduğu halde yaşadığımız sürece bunun gizlenmesini istedi.”Seyyid Muhammed’in (K.S) H. 1322 tarihinin 10’una rastlayan perşembe günü öğle ile ikindi arasında Baykan ilçesinin Kermet köyünde bir oğlu dünyaya gelir.Seyyid Muhammed, bu durumu şöyle ifadelendirir: “Allah (CC)’ın lütfu ile bugün bir erkek çocuğum dünyaya geldi. Adını Abdülhakim koyup, sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okudum. Fıkıh alimi olması arzusuyla göbeğini “Basuri” adlı fıkıh kitabı üzerinde kestim.”
Seyyid Muhammed’in Celaleddin adında bir oğlu daha olup bu çocuk beş yaşında vefat etmiştir. Hafize ve Esma adında iki de kızı vardır.

Şeyh Abdurrahmani Tahi’nin halifesi Şeyh Abdulkahhar (K.S) bir gün Arınç köyüne gelir. Çok küçük yaşta olan Şeyh Abdulhakim’i görünce, şöyle der: “Allah (CC) bağışlasın bu çocuk kimindir, bu ilerde büyük bir zat olacak. Ancak bir kusurunu görüyorum, çok halimdir.”
Ayrıca Hazret de (K.S) Norşin’den Siyanüs’e gelince Seyyid Abdülhakim onu iki defa ziyaret edip, üçüncü kez ziyaretine gittiği zaman, “Bu kimin oğludur” dedi. Cemaat, “Seyyid Ma’rufun torunudur” Hazret (K.S) dua edip şöyle der: “Bu çocuk gelecekte büyük bir zat olacaktır.

Gavs’ın diğer sadat gibi tahsil hayatı çeşitli yerlerde geçmiştir.
Babasından Kur’anı öğrendikten sonra, Siyanüs köyündeki Hazretin medresesinde üç yıl, ardından Norşin’e giderek orada yedi yıl, Norşin’den Şeyh Fethullahi Verkanisi’nin köyüne gidip iki yıl, oradan da Arbo köyüne giderek üç yıl ve nîhayet Suriye’ye yönelip Hazne köyünde hem zahiri, hem batıni ilmine devam edip orada tamamlarlar.
Bilfiil yirmi altı yıl ilm tahsili ile uğraşırlar. İlim tahsil ettiği üstatları şunlardır:

1-Molla Muhammed Emin (Melle Mezin) Büyük Molla

2- Şeyh Muhammed Arbovi

3- Molla Zahir

4- Muhammed Selimi Hezani

5- Ahmed El Haznevi.

İki defa evlendiler. Birincisi kendilerinden on beş yaş büyük bir akrabasından dul bir hanımefendi Seyyide Fatıma. Bu evlilikten, Seyyid Muhammed, Seyyid Muhammed Raşid, Seyyid Zeynel Abidin (Bu zat küçük yaşta vefat etmiştir.) isminde üç oğulları, Halime ve Hatice isminde iki de kız çocukları olmuştur.
İlk zevcesinin teşvikiyle ikinci defa yine akrabasından olan Seyyide Sıdıka ile evlenmişlerdir. Bu izdivaçtan da, Seyyid Abdulbaki, Seyyid Ahmed, Seyyid Abdulalim, Seyyid Muhyiddin, Seyyid Enver adlı oğulları ve dört kızı olmuştur.

Zahiri ilimlerde büyük bir alim olan Gavs hazretleri ahlaken çok halim idi.
Onu görenler halinden etkilenip hidayete ererdi. Gavs, çoğu zaman şöyle derdi: “Üstat Abdulkahhari Zoheydi, hakkımda şöyle demiş: “Bu zat iyidir, ancak bir kusuru vardır. 0 da çok halim olmasıdır. Elhamdülillah bu kusur ne büyük bir kusurdur.”
Doğru ve faydalı sözleri tamamen dinler gerekirse cevap verirdi. Yoksul kişilerle oturup sohbet eder, onların arzu ve isteklerini karşılayıp gönüllerini hoş tutardı.

Küçük çocukları çok sever ve derdi: “Çocuklara yedi yaşından itibaren namaz kılmayı öğretiniz, on, on beş yaşları arası kılmazlarsa icap ederse dövünüz. Siz bu çabayı gösterin, onlar sonunda bırakırsa ebeveynleri mesul olmaz. Gençlikte yapılan ibadet çok makbuldür. Bir insan gençliğinde Allah’a kulluk etmezse, ihtiyarladığı zaman ne dünyaya ne ahrete yarar.
Bir gün mübareğe dediler: “Efendim bazı kişiler sizin münkirliğinizi yapıyorlar, siz ne dersiniz.” Cevaben buyurdular : “İmamı Şafii (R.A) buyuruyor: Huzuru İlahide Rabbi Teala bana şefaat hakkı tanırsa önce münkirlerime şefaat edeceğim. Çünkü onlar bizim terakki etmemize sebep oluyor. Elbet bizim iyiliğe iyilikle cevap vermemiz gerekir.” Yine Hasanı Basri (R.A) de kendi gıybetini yapanlara, iyiliğe iyilikle muamele edilir deyip, bir tabak şeker hediye göndermiş ” Allahü Teala’ nın İzniyle biz de öyle yaparız, onları severiz.”

Ahlaken olduğu gibi takvada da tek…

Bir gün bazı sofilere Fatiha suresini talim ettiriyordum lisanları değişik olduğundan bu kişiler “sıratellezîne” derken doğru telaffuz edemiyordu. Bu yanlışlıkları düzeltmek için onlara ders vermeye başladım. Bizim bu dersimize Bilvanis seyyidlerinden bir tanesi itiraz edip dedi:

– Bunu bırakın, sadatlardan söz edin. Çünkü bir laf eksiğe veya fazlalığa bakmazlar. Ben de:

– Eğer yapılan ibadetler şeriata aykırı olursa, Allah (C.C) katında makbul değildir, dedim. Seyyid bana kızarak dedi:

– Şah ı Hazne’nin huzurunda bir alim, Şahı Hazne’nin haline kalben itiraz etti. Bu durumun farkına varan Şahı Hazne o alime bir nazar etti. Alim yere düştü, sonra sarığı boğazına dolaştı. Seyyidin bu sohbetinden ben çok korktum. Çünkü mübarek Seyyiddir, kalbi incinmiştir. Ben de bu işte zarar etmiyeyim diye durumu Gavs’a anlatmak için mübareğin yanına vardım. Gavs hazretleri akşam rabıtası yapıyordu. Rabıtayı bitirdikten sonra, dönüp bana dedi ki:

– Allah (C.C)’ın yolu nasılsa insan öyle anlatmalıdır. İtiraz edip buna darılan, darılsın, hangi büyük kayayı isterse kafasını o taşa vursun.

Gavs hazretleri en çok Akaid ve ilmihal bilgilerini öğrenmeye teşvik edip, derdi: “Akidesi zayıf olanın imanı da zayıftır. Zayıf olan iman her zaman tehlikededir. Dinin ayakta kalması ilimledir.” Şahı Hazne diyor: “Dünyayı isteyen ilim okusun, Ahireti isteyen de ilim okusun.”
Bunun için ilim çok önemlidir. Bakınız Rabbi Teala buyuruyor: “Allah’tan gereği gibi ancak alimler korkar.” însan hayatı dünyeviyesinin her anını sünneti seniyyeye göre ayarlamalıdır.
Hazret dünyayı değiştirdikten sonra, Gavs yarım kalan ilmi şeriatını tamamlayıp, seyri sulukunu yapmak için Şeyh Muhammed Selim-el Hizaniye intisap etmek ister.

Bu işe karar vermeden önce istihare yapan Gavs, gördüğü rüyayı şöyle anlattı:

– Rüyamda; Hazret, Şahı Hazne ve ben beraber bulunuyorduk. Hazret Şahı Hazne’ye şöyle dedi:

– Şeyh Ahmed, Seyyid Abdülhakim’in babasının bizde çok emeği vardır. Onun için sen ona gözün gibi bak. Bu rüyayı şahı Hazneye intisap için işaret sayan Gavs, doğru Hazne yolunu tutar. Şahı Hazne’yi ziyaret edip tarikat almak istediği zaman, Şahı Hazne der:

– Abdülhakim sen tarikat almadın mı?

– Gavs, evet kurban önceden almıştım. Şah-ı Hazne:

-Kimin tarikatını almıştın ? Gavs:

– Hazret (K.S)’ın tarikatını.

Bu cevabı tebessümle karşılayan Şah-ı Hazne der:

– Hepimiz Hazret’in tarikatındayız. Senin tarikat almana lüzum yoktur. Tövbe verip, tarikat vermez. Bu hale şahit olan Şahı Hazne’nin halifesi Molla İbrahim şöyle der: Seyyid Abdülhakim, niçin böyle yaptın, bir menfaat görmezsin, bak bir kişi bir mülk alsa, onu istediği gibi tasarruf edip kullanabilir ve fayda görür.

Kişi sahip olmadığı mülkün üzerinde tasarrufta bulunabilir mi? Elbette ki bulunamaz. İşte mürşidi kamil de böyledir. Kendi tasarrufuna alabilmesi İçin, kendi eliyle müride tarikat vermesi gerekir. Kendi müridi olmayan bir kişi üzerinde hiç bir mürşit tasarrufta bulunamaz.

Bu sözlere çok üzülen Seyyid Abdülhakîm der: Biz bu işin böyle olduğunu bilmiyorduk.
Bir gün tekrar Şahı Hazne’yi ziyaret eden Gavs, der:

– Kurban ben tarikat tazeleyeceğim, Şahı Hazne:

– Hepimiz Hazretin (K.S) tarikatındayız. Senin tarikat tazelemene lüzum yoktur. Gavs :

– Efendim ben o zaman talebe idim, tarikatla fazla meşgul olamadım.

Bu konuşmalardan sonra Şahı Hazne, Gavs’tan “îstihare” yapmasını ister. Bu söze çok üzülüp renkten renge giren ve mahzun olan Gavs der:

– Yoksa beni rahmet kapısına kabul etmeyecek mi? Ben nereye gideyim, imanım tehlikede, ben imanımı nasıl kurtaracağım?

Emir gereği istihare yapan Gavs, o gece gördüğü rüyayı halife Molla İbrahim’e anlatır. Rüyası şöyledir: Çok kalabalık bir cemaat vardı. 0 cemaatta Hazret, Şah-ı Hazne ve Şahı Hazne’nin halifesi Molla Mehmed de vardı. Namaz vakti olduğu zaman, Molla Ahmed kamet etti, Şahı Hazne de İmam oldu, bize namaz kıldırdı.Bu rüyadan Şahı Hazne’ye intisaba izin çıktığını bildiren Molla Mehmed der : Seyyid Abdülhakim, müjdeler olsun, işin tamam.
Rüyasını Şahı Hazne’ye anlattığı zaman, mübarek der:

“İnşaallah Hazret’in izni vardır. Gel sana tarikat vereyim.”

Bu hale çok sevinen Gavs böylece Şahı Hazne’ye intisap eder

Haznedeki günlerini mübarek şöyle anlattı:
Biz Hazne’de bulunduğumuz sürece Şahı Hazne bize hiç İltifat etmezdi. Bir ay kaldığım zaman bile ancak bir kaç kelam ederdi. Bu hale çok üzülürdüm. Bir gün yine bu düşünce ile mahzun bir haldeydim. 0 sırada şahı Hazne, bize şöyle sohbet yaptı: “Mürşidin zahirdeki iltifatına gönül bağlayan kişinin maneviyattan nasibi azdır. Müridin teslimiyeti kemal bulup mürşidinden feyz ve himmet alabilme liyakatine sahip olduğu zaman mürşit; o müride zahiren iltifat etmez.”
Hilafet aldıkları sırada Taruni köyünde ikamet ediyorlardı. Oradan Bilvanis’e, sonra Kasrik’e en sonunda bugün medfun bulundukları yöreye hicret ettiler. Tarikat vermeye ilk defa Taruni köyünden başladılar. Burada Pazartesi ve Perşembe günleri teveccüh yapıp İnsanların hidayetine vesile olurlardı.
Gavs, hilafet alıp irşada başladıktan on bir yıl sonra Şeyhi Ahmed-ül Haznevi vefat etmiştir. Bu vefat hadisesinden sonra Gavs hazretlerine intisap edenlerin sayısı daha da çoğalmıştır. Bunlar İslam’ın emir ve hükümlerini en iyi şekilde öğrenip yaşamaya çalışıyorlardı. İntisap edenler arasında bazı şeyhler, halifeler ve başka tarikat müntesipleri de vardı. Soruldu: Muhabbet nedir? Nasıl olur?Dediler ki: “Muhabbet Allah’tan (C.C) gelen bir lütuftur, 0 kimi isterse ona verir.”

Soruldu: “Peki efendim, Allah (C.C) her şeye bir sebep kılmış. Muhabbeti tahsil etmek için sebep kılmamış mıdır?”

Dediler : “Efendim bizler hatme yapıyoruz. Sadatlar da bu işin üzerinde çok duruyorlar. Acaba bu hatmelerden bize ne fayda geliyor?”

Dediler: “Menfaatleri çoktur. Bir örnek verelim: Şimdi Resuli Ekrem (S.A.V) bize dese sen ümmetime en iyi bir amel tavsiye et, öğret. Bilir misiniz ben ne tavsiye ederim. Hatme-i Haceganı tavsiye ederim. Çünkü hatmenin reisi Resuli Ekrem (S.A.V)’dir.

Silsile-i şerif okunmaya başladıktan sonra, Resulü Ekrem (S.A.V) ruhaniyeti başta olmak üzere, diğer bütün sadatlar o halkaya iner. Ve orada bulunan bütün cemaatın arzularını kayıt ederler. Silsile okunması tamam olduktan sonra Resulü Ekrem (SAV)’in ruhaniyeti ve sadatlar o halkada bulunanların arzu ve isteklerini doğrudan Rabb’ül Alemin’e götürürler. Resulü Ekremin götürdüğü istekler hiç reddedilmez.

Soruldu: Efendimiz bize Öyle bir nasihat ediniz ki, onun sayesinde dünya ve ahirette kurtulalım.

Dediler: Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat ediniz. Hürriyet demek; Bütün işlerde sebeplere değil, sebepleri yaratan Allah’a (C.C) bağlanıp teslim olmaktır. Bu saydıklarımız, kurtuluşun ilk kapısıdır. İffet ise, kişinin kendi nefsi veya başkalarının hesabına değil, bütün fiillerinde Allah’ın (C.C) emir ve hükmüne göre olmaktır.

Sordular: Efendim, ihlas ne demektir?

Dediler: İhlas, hiçbir sebep ve gaye olmaksızın Allah (C.C)’ın emir ve hükümlerini yalnız Allah(C.C) rızası için yapmaktır. Yani bütün gücünü Allah (C.C) yoluna sarf etmektir. Bu hal üzerine sebatın zahirine Takva, özüne de ihlas denir. Bir örnek verelim; kimin gayret ve düşüncesi midesine olursa kıymeti de ondan çıkan kadar olur. Malumdur ki, hayatını şöhret ve şehvete harcayanın sonu hüsrandır.

Sordular: Zahiri ve batıni darbelere nasıl dikkat edelim?

Buyurdular: Açık ve gizli edeplere dikkat ediniz. Abdestli olunuz. Günah işlediğiniz an tövbeyi terk etmeyiniz. Selefi salihin eserlerini okuyunuz. Öğrendiğiniz şeriatı tatbik ediniz. Bilgili kişilerin sohbet ve nasihatlarını kabul ediniz. Böylece Allah’ın (C.C) emirlerini yerine getirmeye gayret etmiş olursunuz. Bu saydıklarımız zahiri edeptir.

Batıni edep ise, kalbi masivadan temizlemektir. Bu zamanda kalbi masivadan kurtarmak çok zordur. Hafız-ı Şirazi şöyle diyor: “Ey kişi seni dostundan geri bırakan neyse kalbinden onu terk et.

Bakınız insan kalbi için şer hicap olduğu gibi hayırda hicap olur. 0 halde salikin ne hayra güvenmesi ne de şerden koruması gerekir. Allah’a güvenip yasaklardan sakınmalıdır. Şerlerin hepsi kendi nefsindendir. Hatta nefsin kendisi de şerdir. Şahı Hazne, bir gün bize şöyle sohbet etti:
Allah, bize, bizden daha yakındır. İnsan ise ne kadar hayasızdır. Çünkü Allah’ın huzurunda O’na isyan ediyor. Allah (C.C) ise ne kadar halimdir ki, asi günahkarı tövbeye çağırıyor. İlim insanı gaflete sevk ediyorsa büyük bir felakettir.
Bir zamanlar bir şeyh müritlerden birine bir tavuk verir. Der, oğul bu tavuğu hiç kimsenin görmediği bir yerde kes, getir. Mürit uzun zaman dolaşır, sonra tavuğu kesemeyip, şeyhinin yanına döner. Şeyhi ise suretini değiştirip niye emri dinlemedin diye müridi azarlar. Mürit der: Efendim, nereye gittimse Rabbim beni görüyordu. Sizin emriniz ise hiç kimsenin göremeyeceği bir yerde kesmem idi. Bu işi yapamadım, beni affedin.

Bakınız kalp tecelligahı ilahiyedir. 0 işe çok gayretlidir. Kulunun kalbinde Allah kendisinden gayrısını kabul etmez.

Sordular: Bir alim Kur’an, Hadis, Fıkıh ilmini bilir, selefin kitaplarını da okursa bir şeyhe bağlanmaya ne lüzum var?

Dediler: Bakınız, bir eczacıyı düşünelim. Bu kişi envayı çeşit otları bilir, bunlardan nasıl ilaçlar yapılacağını, bu ilaçların hangi hastalıklara yararlı olacağını da bilir. Doktorlar da bazı zamanlar bu bilgilerden esinlenerek teşhis ettikleri hastalıklara bu ilaçları verirler, eczacılardan aldıkları bilgiye dayanarak. Ama eczacı çoğu kez bir hastalığı teşhis edemez, reçete olmaksızın bir hastaya bazı ilaçları veremez. Verdiği takdirde, ilacı parasız dahi verse eğer ki, hasta zarar gördüyse eczacı cezalandırılır. Ayrıca bakınız, bir doktor çoğu kez kendi filmini çekemez. İki omuzu arasında bir yara olsa onu tedavi edemez. Alimleri de böyle kıyas etmek lazımdır. İnsan ahiret yolunda evvela avamdır. Kendisini masivadan kurtarması çok zordur. Oğlun dahi olsa, ehil değilse bir hastalığından mütevellid ameliyat lazım gelse ona yaptırmazsın. İşin mütehassısını ararsın. Mürşitler ehil kişilerdir. İzn-i İlahi İle insanları gafletten kurtarıp, yönünü Hak’ka döndürürler. Bakınız, devrimizde vaaz ve nasihat dinleyip hidayete gelen çok az kişi vardır. Ama şeyhler daha çok kişinin hidayetine vesile olurlar. Zamanımızda mutasavvıflar az olduğu için, insanlar isyana daha fazla düşmüştür. İrşad ehli zatlar, devrimizde azdır.

Soruldu: Nefs nedir? Ne gibi hileleri vardır? Buyurdular: Nefs, hayvani bir kuvvettir. Bu hayvani kuvveti idare eden, his ve hareket ise hamil bir latifedir. Bazı kişiler nefs buhurdan bir cevherdir, dedi Felsefeciler ise rüh-u hayvani derler. Nefs ilk defa şöhret ve şehveti emreder. İnsanın kalbine hayvani huylar verir. Makamı Suflidir. Onun için insanın kalbini aşağı çeker. Bütün fenalıklar nefse nisbet edilir. Kalb melekleşmeye, nefs ise hayvanlaşmaya meyleder. İnsanın esas vazifesi şer-i şerifi tahlil etmektir. Nefsin vazifesi, hayvani ve fena ahlakı terk ederek mücahede ile terbiye olup, güzel ahlakla ahlaklanmaktır.
Ruh daima marifet-i İlahiye ye meyyaldir. Görevi ise, kemaliyettir. Sır latifesinin görevi masivayı terk etmektir. Sır latifesi Hakk’ın kahrından rahmetine sığınır.

Hafi ise Cenab-ı Hak’tan feyzi celb ve kabul eder. Celb ettiği feyzi ruha ifaze eder. Ehfa, sırrın da sırrıdır. Onda kulun hiçbir müdahalesi yoktur.
Nefsin zatı ve maddesi değişmez, lakin sıfatı terbiye olup değişir. Mesela, Hz. Ömer (R.A), İslam’dan önce cehalet devrinde kızlarını diri diri toprağa gömerdi. İslami kabul ettikten sonra aynı Ömer (R.A), halife olmasına rağmen sırtına çuval yükleyerek, fakirlerin evlerine kadar ihtiyaç maddelerini taşımıştır. Her iki Ömer de (R.A) aynıdır. Sıfatları değişmiştir. Zatı ise aynıdır.
Nefs zikir ve riyazetle terbiye olur, Radiye ve Merdiye makamına çıkar. Sonra her hayrın membaı ve menşei olur. Şeriata teslim olan kendisi hakkında delil bile arayamaz.

Soruldu: Bunca ulema delili terk etmemişler, sizden ise delili terk etmenin mecbur olduğunu anlıyoruz, ne dersiniz?

Buyurdular: Çoğu ulema malum olanı müşahede etmek makamından, hırs ve aklın seviyesine inerler.İnişlerinden avamı hırs ve hayalin şüphesinden delille onları seviyelerine celp ederler. İbrahim (A.S), miraçlarında yıldız, ay ve güneşin mahluk olduğunu müşahede etmişlerdi. Peygamberlerin hepsi kamil doğar, inançları hakkında delile ihtiyaç görmezler. Lakin İbrahim (A.S) kavmine yol göstermek için onların makamına inip, his ve akıl seviyelerine göre onlara delil göstermiştir. Kur’an-ı Kerim’de işaret olunan mana bundan ibarettir. Kavmine şöyle delil gösterdi, farz-ı muhal, güneş, ay ve bu yıldızlar yaratıcıdır desek, hallerine bakıyoruz, değişiyorlar. Bunların her birisi birer kervan kafilesidir. Yürüyorlar ama onları yürüten başkadır. Yürütücü Allah’tır (C.C) Allahü Teala değişmez. Ezelidir, Ebedidir. Halik-i Mutlaktır.

İbrahim (A.S) böyle bir yolla kavmini inanmaya davet etmiştir. Ezeliyet meselesini onlara izah etmiştir. Aksi halde kendisi de kevkebin halik olmadığını bilirdi. Bunun içindir ki, ulema şöyle demiş: Din ilimlerini dindardan öğren. Çünkü dinsizin dinden bahsetmesi, gıyabî ve hayali bir vesveseden ibarettir. Dindar ise öyle değil, keşf-i Şuhudi olarak anlayıp ve zevkini tadıp ona göre tarif eder.

Soruldu: Peki efendim, kalbimizi bütün bu nefs ve vesveselere karşı nasıl galip getireceğiz?

Dediler: Kalbinizi dışta ehl-i fısktan gelen, içte ise nefs ve şeytandan gelen umum telkinlere sarfı nazar etmek ve kalpten zikretmekle kalp kuvvet bulur. Kalbin gıdası Allah’ı zikirdir. Nefsin gıdası ise yemek, içmek, giymek… vs.dir.

Sordular: Kalbimiz Allah’ı zikretmiyor, ne yapmalıyız?

Buyurdular: Dilinizi ona yardımcı kılınız. Her ne kadar İmam Gazali, gaflette zikir merduttur, demişse de bazı ulema da gaflette zikir etmek, zikirsiz gafletten daha iyidir, demiştir. Biz bu sözü tercih ediyoruz. Kalbi zikir, gafleti yok eder. Molla Cami de şöyle diyor: Zikri lisani kıyamette tartılır, faydasız değildir. Şah-ı Nakşibend (K.S)’den evvel Nakşibendiler yalnız iken gizli, toplu iken cehren zikrederlerdi. Halbuki yalnız iken dil ile zikir, hafi zikre dahildir. Hülasa, riyadan ari başkalarına göstermeksizin zikir mutlak evladır, demiştir. Bakınız Hiİkemi Ataiye’de şöyle denilmiştir:

“Gel ey Hak’ka isyan eden. muhabbet lafını terk et
Ki naşa yeste afalin bu davayı kılur batıl
0 dur bil aşıkı sadık, ne kim emretse maşuki
Tutar canı gibi, olur mu bir nefes atıl.”

AHMED-ÜL HAZNEVİ KS.
Adı Ahmed, lakabı Şah-ı Haznevi.
Babaları Murad, Mardin’in İdil kazasına bağlı Banihe köyündendir.
Sonraları Suriye’nin Kamışlı kazasına bağlı Hazne köyüne yerleşti. Şeyh Ahmed, bu köyde dünyaya geldiler. Yıl 1306 H.

İlme olan aşklarından dolayı daha küçük yaştan evini terkedip yola çıkarlar.
Önceleri Molla Ahmedi Tizyani, sonra Molla Halili Gırkeizeri’nin (Bismil ve tepe arası bir köyde) yanında okurlar. Nihayet yörenin tanınmış üstadlarından Silvanlı Molla Hüseyin Küçük’ün yanına diz çöker ve icazelerini alırlar. (Diploma)

İlimde şöhret sahibi olurlar.
Bir talebesinin ağzından Molla Hüseyin Küçük anlatıyor:

“Molla Ahmed yanımızdan ayrılalı hayli zaman olmuştu. Kendilerinden bir haber alamadık. Ben bir yıl hac farizasını yerine getirmek için yola çıktım. Hicazda bir iki alim arkadaş bana dedi ki: “Buraya bir zat gelmiş. Kendinden çok sitayişle bahsediliyor. İsterseniz gidip ziyaret edelim.” Ve gittik… Bir de ne göreyim? Molla Ahmed oturmuş, etrafını da kalabalık sarmış. Soran sorana… Ona tereddütsüz cevap vermekte. Beni görünce ayağa kalkıp beni karşıladı ve:

-“Seyda, Allah (CC) için bu istidrac mıdır yoksa?”

-“Hayır evladım. Bu bir lutf-i ilahidir. Ama sen yine de istidrac bilerek hareket et.” dedim ve ayrıldım.

Şeyh Ahmed ilimde olduğu gibi tasavvufta da tek üstatla kalmamış. Evvela Şeyh Abdulkadiri Hezani’nin yanında amel etmiş. Sonra da Hazretle işi tamamlamış…
Bir ara kendisine, Nakşibendi olmayanların neden hatmelere sokulmadığının beyan edilmesi için bir mektup yazılır. 0 da şu cevabı verir:

” (…) Şüphesiz Nakşibendi tarikatının sadatı, tarikatlarından olmayanları hatmeden çıkarmalarına nakli ve akli delilleri var. Nakli delil, Peygamber (S.A.V)’in:

-“İçinizde garib kimse var mıdır?” diye buyurduğu hadisi şeriftir. İtiraz edip, bu konuya bu hadisin getirilmesi acayiptir denilmesi daha acayip bir şeydir. Peygamberin (S.A.V): “Sahabelerim, yıldızlar gibidirler” buyurduğu – hadisi şerifi ile garib’den murad, meclisinde hazır bulunan kafir kimsedir, denmesi de muteber manadan uzaktır. Zira hadisi şerifteki garib kelimesinden murad, ya zikir adabından veya imandan garib olan demektir.Bu iki manadan başka üçüncü bir mana yoktur. “Ashabım yıldızlar gibidir” diye buyurulan hadis, “garib” kelimesinin mezkur birinci manasına muhalif değildir. Zira Resulullah’ın (S.A.V) maksadı iman edip de yapılan zikrin adab ve şartlarından bilgisi olmayan bir sahabi olduğu da muhtemeldir. Nitekim fıkıh kitaplarında ittifakla yazıldığına göre, Mi’rac gecesinde beş vakit namaz peygamberimize farz olduğu halde, nasıl kılınacağını bilmediği için, hazreti Cebrail gelip, ona ‘ öğretinceye kadar,’o gecenin sabah namazını kılmamıştır.

Eğer hadis-i şerifte geçen “garib” kelimesinden murad “Küfür ehli manasına olduğu mümkündür” denilirse, biz de deriz ki, ondan murad, henüz iman edip de zikir adabını kelimenin manasını tahsis edecek bir şey yoksa umum durumda kalır diye kitaplarında yazdıkları kaide İle de amel ederek garib kelimesinin her iki manasını da kabul etmişlerdir.

(…) Şunu da ilave edelim ki, Nakşibendi tarikatının sadatı (K.S), evliya ve ulema olduklarına inanıyoruz. Gerçekte, Peygamber (S.A.V) tarafından:

“Alimler peygamberlerin varisleridir” buyrulmuştur. Varis, kendisine miras olarak bıraktığı ölü kimsenin malında istediği gibi, itirazsız, tasarruf eder. öyleyse Nakşibendi alimleri hem fıkıh usulü alimlerinin, yukarıda geçen kaideleri ile amel etmek, hem hadisin manası tahakkuk etmek için “garib” kelimesinden genel anlamıyla temessük ettiklerinde hiçbir beis yoktur.

Nitekim fıkıh alimleri sabah namazından önce kılınan iki rekat sünnette, fatihadan sonra okunan zammı sure hakkında çeşitli rivayetlerin hepsi ile amel edilmesi için, Kafirun, İhlas, Elemneşrahleke, Elemtere Keyfe surelerinin hepsinin okunmasının sünnet olduğunu ittifak etmişlerdir. Nevevi dahi bu gaye ile teşehhütten sonra okunması sünnet olan “Allah’ım şüphe yok ki, nefsime zulmettim.” diğer bir rivayette de “Büyük zulüm ettim” manasına olan duaların hepsinin okunmaları sünnet olduğunu tasvip etmiştir. Hatta konumuz olan hadiste geçen “Garib”in yukarıda geçen ikinci manası olan “imandan garib” diye irade etsek, Resulullahın (S.A.V): “Sana şüphe veren şeyi şüphelendirmeyene terk et” yani, şüpheliyi bırakıp, şüphe edilmeyenle amel et, hadisine muhalefet etmiş oluyoruz. Çünkü ikinci mananın irade edilmesi şüphelidir.
Mektupta; “Hadisteki garib’in manası, kafir kimse olmazsa, bu hadis, ikinci manaya sarahaten delalet etmez” diye dediğin sözün de reddedilir. Çünkü bu hadis, iman edip lakin zikrin adabını öğrenmeyen kimse olduğuna sarahaten delalet eder. Bundan maksat, küfür, şekavet, nifak ehli olan kimse de değildir. Bu manalar kastedilirse, Kur’ani Kerimin: “Müşriklerden biri sana (ey habibim) sığınacak olursa, kabul et ki, Allah’ın (C.C) sözünü işitsin.” ayetinin manasıyla nakz olur. (Manada çelişki olur.)

Mektubunuzda “Hacegan hatmesine girmek isteyen kimse, fazıl ise, hatmeye girsin. Fasık kimse dahi fıskından vazgeçip hidayetlenmesi için dahil olmalıdır.” diye kullandığınız ifadeden biz şunu anlıyoruz; Bizler, fazıl ve salih kimsenin salahatı için hatmede bulunmasına, fasık kişinin de fıskı için bulunmamasına razıyız. Halbuki gayemiz bu değil, bizde gaye sırf aldığımız emre imtisal etmektir.

Allah (C.C) yukarıda geçen “Eğer müşriklerden biri sana sığındığında kabul et” diye buyurduğu ayeti ile, Habibine (S.A.V), müşriklerden Allah’ın (CC) kelamını dinlemek isteyeni kabul etmesine emir buyurur.” diye dediğin sözün, hadisteki “garib” kelimesi kafir manasına hamlettiğinden dolayı davanızın aleyhine dair bir delil olur. Zira Peygamber (S.A.V) emir olunduğu şeyin hilafına emretmez. Öyleyse Allah (C.C) ayeti celile ile kendisine eğer ehli şirkten Allah’ın (C.C) kelamını işitmek isterlerse, onları kabul etmekle emreder de, kendisi hadisinde “garib” kimseyi, (senin deyiminle ehli küfrü meclisinden çıkarmasını nasıl emreder?

Diyorsun ki» “Hatmeye dahil olmak isteyen kimse, Ret’a yı kasdetti” Bu iddianız da yersizdir. Çünkü mezkur kimse, Ret’ayı bilmediği halde onu nasıl talep edecek ki? 0 zaman hakikatini bilmediği bir şeye talip olur. Bu da muhaldir, olamaz.

Hadisteki “Garib”den muradın, şirk ehli olmadığına dair aklî delil ise; bir cemaatin halkından olmayıp da onların adabını tamamen anlamayan kimse, yaptıklarını anlayınca onlarla alay etmesi muhtemeldir. Dolayısıyla Allah (C.C) ona gadab eder.

1- Bu hadisi Ahmed, taberani ve diğer hadis alimleri rivayet ettiler. Aynı zamanda Cami El-Usul, s.93’te.

2- Ahmed, Hz. Enes’ten (R.A) rivayet etti.

3- Tövbe, a.5

4- Ret’a ise; Arap lügatinde masdar olup, yemek eğlenmek manasındadır

Yukarıdaki cevapla Nakşi tarikine bu yolda gelen tüm suçlamaların yersiz olduğu İspatlanmıştır. Bundan sonra da, Şeyh Ahmed’in bu yolda sünnete karşı yüce sadat mîsali bütün gücü ile sarılmıştır.
Şeyh Ahmed’in halifelerinden Molla İbrahim anlatıyor:

“Birgün Şah-ı Haznevi abdest almak için odadan çıktı. Bana da Molla İbrahim ibriği getir dedi. Ben de hemen su doldurup ardı sıra gittim. Evden biraz uzaklaşmıştık ki, Şeyh aniden döndü, beni kucakladı. Ve sıkmaya başladı. Nerdeyse kemiklerim kırılacak zannettim. Bana, Allah (C.C) rızası için yeminle söyle. Sen bir alimsin. Benden hiç sünnete aykırı bir şey gördün mü? Ben de üç kere Vallahi evla’dan öte bir şey görmedim, dedim. O zaman bıraktı?
Şeyh Ahmed, daha mürşitleri Hazret sağ iken irşada başlamışlardı. 0 zamanlar, her mürşide olduğu gibi o zata da karşı çıkanlar çok olmuştu. Kendisine karşı olup, gıybetini yapanlara devamlı iyilik yaparak onların gönlünü alır onlara , hürmet ederdi.
Şeyhin kerametleri de çok olmuştur, Biz burada ancak bir iki tanesini anlatarak geçelim. Yine Hazretin Halifelerinden olan Şeyh Mahmudi Karaköyî, Şahı Haznevinin vefatında taziyesine gelince orada anlatıyor: “Bugün Şahı Haznevi’nin bir kerametini anlatacağım. 0, benden ölmeyinceye kadar kimseye bahsetmememi yeminle istemişti. 0 şimdi vefat ettiğine göre tam zamanıdır. Biz ikimiz, daha yeni Hazretin yanında amele başlamıştık. İyi arkadaştık. Bir gün Hazret dedi ki:

“Molla Ahmed bugün davarları otlamaya sen götür.” Ben de içimden keşke bana da söyleseydi de ben de gitseydim dedim ki bana da; “Git dedi.” Beraberce gittik. Hayvanlar epey otlandıktan sonra hepsi bir araya oturup geviş getirmeye başladılar. İşte o sırada Şeyh Ahmed, bir anda hayvanların etrafında bir döndü ve bir şeyler okuyup, hayvanlara doğru üfledi. Sonra karşıma gelip çömeldi ve ellerini yere uzattı. Bana “Molla Mahmud, gel ellerime bas” dedi. Ben de, benimle alay mı ediyorsun bu nedir? dedim. 0 tekrar “Gel elime bas” diye ısrar etti. Ben de gittim ve bastım. Sonra gözlerini kapa ve bismillah de dedi. Ben de gözlerimi kapayıp dedim.. Bana gözlerini aç! deyince, açtım baktım ki, ne göreyim! bir dağın başındayız. Ama bize çok yabancı bir yer. Biraz yürüdük. Bir su kenarına geldik, Bana abdest alalım, dedi. Ve abdest aldık. Sonra da beklemeye başladık. Baktım ki, karşıdan güzel bir insan elinde bir cenaze geliyor. Ben hayretler içinde seyrediyorum. Adam, selam verdi ve cenazeyi oraya bırakıp gitti. Molla Ahmed imam oldu. Ben de arkasında cemaat. Cenaze namazını kıldık. Bir müddet sonra adam, bu defa yanında saçı başı dağınık biriyle tekrar geldiler. Cenazeyi alıp gittiler. Biz de tekrar eski şekilde, tekrar geldik, eski yerimize. Şaşkınlıktan kurtulamayan ben, ısrarla sordum:

“Allah (CC) rızası için, söyle bu nedir.” Bana, ölünceye kadar kimseye söylemeyeceğime dair yemin ettirdi ve dedi ki:

“Üzerinde bulunduğumuz dağ, Horasan da bir dağdı. Oraya cenaze getiren adam, Hz. Hızır di. Cenaze ise zamanın Kutub’larından biriydi. Vefat etmişti. Kimse olmadığı için namazı bizler kıldık. Sonradan gelen, saçı başı dağınık zat ise, evvelden Konstantin’li (İstanbul) bir zat idi. Evvelce Hristiyan iken Müslüman olmuştu. 0 kadar İslam’a sarılıp amel etmişi ki, ölen Kutub’un yerine o seçilmişti…

İşte Şeyh Ahmed’den daha amel ederken gördüğüm bu kerameti hiç unutamıyorum…
Şahı Haznevî başlarda da anlatıldığı gibi sünnete tam bir ittiba içinde hem de şuurla… Kendisinin yanına zaman zaman haram yollardan para kazanıp zengin olmuş ağalarla zulüm makamındaki umera gelirdi ziyaret için. Şahı Haznevi böyle tiplerin geldiğini haber alır almaz hemen kalkar odasına giderdi. Misafirlerde gelir, misafirhanede oturup beklerlerdi. Ondan sonra şeyh efendi çıkar gelir ve onlar da ayağa kalkıp onu karşılarlardı.

Bir gün soruldu: “Kurban siz aramızda olduğunuz halde, misafirler geldiğinde hiçbir ihtiyacınız yokken, neden kalkıp gidiyorsunuz da sonradan geliyorsunuz?”
Cevap müthiş: “Efendim, o tip misafirler saltanatlarını zulüm ve haram üzere bina etmişler. Eğer biz onları burada karşılarsak edeben ayağa kalkmamız icap edecek, o zaman da hadisi Resulullaha (S.A.V) bütün bütün sırt çevirmiş olacağımızdan en büyük zulmü biz işlemiş olacağız. Ayağa kalkmamak ve onlarında dikkatini çekmemek için eve gidiyorum. Onlar gelip oturunca ben de geliyorum. 0 zaman kalkmak mecburiyeti onlara düşüyor. Haliyle İslam’dan böylece taviz verilmiş olunmuyor…”

Şahı Haznevî, iki defa evlenmiş, bu evliliklerden ilk aileden üç erkek, ikinci aileden de bir erkek, bir kız çocuğu olmak üzere beş evladı olmuştur.

Çocukları, 1- Şeyh Ma’sum, 2- Şeyh Alauddin, 3- Şeyh İzzeddin, (Bu üçü bir annedendir.) 4- Abdülgani, 5- Zeyneb. (Bu ikisi de bir annedendir.)

Şahı Haznevi, nihayet hicri 1369 yılında Suriye’nin Kamışlı kazasına bağlı Tılma’ruf köyünde vefat edip, aynı köyde defnedilirler.

Arkalarından tam on üç halife bırakarak…

Şeyh Ma’sum (k.s), oğludur.

Molla İbrahimi Gıresuver (k.s), Suriye’nin bir köyü.

Şeyh Abdurrezzak (k.s) Mazı dağının Halilan köyü.

Seyyid Abdülhakim (k.s) Bizim silsilemizde Şahı Hazneviden sonraki kolbaşı, Bilvanis köyünden.

Molla Abdullatif (k.s) Mardinin Ayvan köyünden.

Şeyh Ma’şuk (k.s) Hazretin kardeşinin torunudur.

Molla Sıddîk (k.s) Ahlatlıdır.

Molla Muhammed (k.s) Baykana bağlı Arınç köyünden.

Molla Ahmedî Müfti (k.s) Mardinlidir. Şu anda Suriyede bulunmaktadır.

Molla Cüneyd (k.s)

Şeyh Hüseyin (k.s) Hacı Hüseyin de denir, Nusaybinin Kertuvan köyünden.

Şeyh Abdülcelil (k.s) Mardin’in Kuriki köyündendir.

Molla Salih (k.s) Mardinlidir.

MUHAMMED DİYAUDDİN KS.

Asıl adı Muhammed Diyauddin.Seydayi Taği’nin oğludur.
Hazreti Sani lakapları olur (Hazreti evvel de Mevlana Halid’dir) Bu lakabı kendilerine mürşitleri Şeyh Fethullah verir. Hicri 1275 yılının ocak ayında bir pazartesi günü öğleden sonra dünyaya gelirler. Doğum yerleri İsparit bucağına bağlı Usp köyüdür.

İlme önce, babalarının yanında başlarlar. Sonra da Şeyh Ahmedi Taşkese’nin yanında devam ederler. Nihayet amellerini de babalarının yanında devam ettikleri halde hem ilimde hem amelde son mürşitleri olan Şeyh Fethullah’ın yanında icazet alırlar.
İlk mürşitleri Seydayi Taği. Fakat Seyda yolun yarısında dar-ı Bekaya göç ederler. Son anlarda yatakta uzanmış bulunan babalarının başında hazret hüngür hüngür ağlıyor, Seyda sorar:

“Oğlum neden ağlıyorsun?”
Cevap: “Niye ağlamayayım ki, büyük bir tüccar vefat ederken oğluna hiç miras bırakmazsa, oğlu ağlamasın da kim ağlasın?” Seyda: “Merak etme evladım. Seni Şeyh Fethullah’a ısmarladık. Onun yanında kendini tamamlarsın.” der ve orada bulunan Şeyh Fethullah’ı çağırarak oğlunu bizzat ona teslim ederler. Hazret’de tarifsiz bir sevinç…

Hazret yedi yıl kadar Şeyh Fethullah’ın yanında amel eder. Sonunda da daha mürşitleri sağlıklarında kendisine irşat izni verilir ve gelsin ilk on yıl… Mürşitlerinin vefatlarından sonra da tam yirmi dört yıl dini tedrisat ve irşatla meşgul olmuş…
Şeriata tavizsiz bağlılığı dillere destan ve yaşadığı devrede çıkan 1. dünya savaşı… Bu savaşa katılışı bile ilginçtir. Şöyle ki; Ruslar doğu sınırından yavaş yavaş yurda sokulurlar herkes cihat hazırlığında… Hazrete de hazırlanması için haber gelir. 0 devrelerde askerlik yapmayanlar için belirli bir miktar para ödendiğinden Hazret hemen evinin ve medresesinin ekonomik işlerini kendisine verdiği, yeğeni olan Şeyh Ma’sum’u (Bu zat Şeyh Ma’şuk Efendi’nin babasıdır.) çağırır ve sorar: “Burada kaç öğrencimiz var?” “………. kadar.” “Her birinin ücretini hazırla ve gönder. Şimdilik cihada gidilmeyecek!” Bir anda para hazırlanır ve gönderilir. Ardından soğuk ve kıtlık baş gösterince, Hazret, tüm öğrencileri memleketlerine gönderir. Bir müddet sonra da Ruslar daha fazla yaklaşırlar. Artık Bitlis bile kaygı altında bu esnada Hazret, Şeyh Ma’sum’u tekrar çağırır ve der: “Tüm öğrencilere haber sal hepsi toplanıp gelsin. Cihada çıkacağız.” Şeyh Ma’sum: “Ama efendim onların paralarını göndermiştik. Onlar mecbur değil.” İşte burada Hazret Kur’an’a olan harikulade bağlılığını gösteren cevabını verir: “Evladım, ilk emri Kur’an’ın cihat ayetlerine ittiba olsun diye vermiştim. Bilmez misin ki tüm cihat ayetleri önce mal ile sonra canla cihadı emreder. Şimdi sıra canımıza geldi.” der. Ve bir anda bütün öğrenciler toplanırlar. Artık Hayye Alel Cihad…

0 sıralarda tüm büyükler yetiştirdikleri ile birlikte cephede… Bir yerde Üstad Bediüzzaman, bir yerde Hazret ve Şeyh Said (Palulu) aynı cephede emperyalizmin bir başı olan Rus ayısı ile göğüs göğüse… Bu cihatta bir olayı Şeyh Said savaştan çok sonra Varto’ya gelince anlatır. Şeyh Said Vartoya gelince orada Hazretin vefat haberini alır. Çok üzülür ve şöyle der: “İşte hakiki Şeyhlerden biri bu idi vefat etti, biz onunla aynı cephede Ruslara karşı cihat ederken yemin ederim ki her namaz vakti geldiğinde Haydi arkadaşlar namazımızı cemaatle kılalım ve her ikindiden sonra yine haydi arkadaşlar cemaatle hatmemizi yapalım der ve hep beraber hem namazımızı kılar hem de hatmemizi yapardık. Hazrete: “Efendim cihattayız. Namaz cemaatle olmasa, hatta hatme bile olmasa olur.” denilince kendisi;

“Hayır Cihat ayrıdır, bu vazife ayrıdır. Biz hem cihat ederiz, hem vazifemizi yaparız.” derdi.

0 sıralarda bir yerde arkadaşları ile beraber bir top mermisi bulurlar. Onunla uğraşırken mermi patlar ve hazretin bir kolu kopar. Ondan sonra artık tek kolla hayatının sonuna kadar İrşat ve tedrisata devam ederler…
Bu savaşta Hazretin kardeşlerinden Muhammed Said şehit olmuştur. Bu olayda da Hazret’in takındığı tavır çok ilginç olduğundan yazmayı uygun gördük. Hazretin yeğeni Şeyh Ma’sum anlatıyor: “Savaşın şiddetli günlerinden birinde bir akşam vakti bulunduğum cepheye amcam Said ve bir takım süvariler geldiler. Nereye gideceksiniz? diye sorduğumda amcam: “Müslümanların filan köyüne düşmanın baskın haberini aldık. Oraya varıp. halkı dışarıya çıkaracak ve orayı müdafaa edeceğiz demişti. Bense amcamın düşmandan asla kaçmayacağım bildiğimden ona: “Amca, sen burada kal, orayı müdafaaya ben gideyim.” dedimse de dinlemedi. 0 soğuk gecede gittiler, yatsı vakti düşman köyü basmış, savaş göğüs göğüse… Nihayet amcam düşmanın kurşun yağmuru altında şehit olur. Arkadaşları cesedini oradan kaçırırlar. Sabah erkenden Şehadet haberini aldım. Ben ve birkaç arkadaş hızla oraya giderken bir yandan da amcam Hazret’e haber yolladım. Artık güneş iyice yükselmişti. Amcam ve birkaç adamı uzaktan göründü. Onları karşıladım. Amcam; “Ma’sum, Muhammed Said şehit mi oldu? Evet dedim, “Önden mi arkadan mı vuruldu?” önden, cevabını verince sevindiler ve cesedin üzerine giderek baktılar ki, tüm kurşunlar önden, o anda Allah’a (CC) hamdolsun demek ki, kardeşim düşmandan kaçmayıp hakiki şehittir ve seydazadeler bir şehit verdikleri için Allah’a (CC) şükürler olsun.” diyerek bizi teselli ettiler.
Norşin’de o kadar mükemmel bir islami hayat tesis ettirmişlerdi ki, herkes onlara hayran… Üstad Bediüzzaman Risalei Nur’ da İslam medeniyeti ile Batı medeniyetini ve medeni Mü’min ile medeni Kafir’in Suret ve siret, Zahir ve batın farklarını adeta körlere bile gösterecek bir şekilde gayet mükemmel olarak anlatarak, İslam medeni anlayışına örnek, Norşin’i gösterir. Ve der ki, “Eğer istersen hayalinle Norşin Karyesindeki (köyündeki) Seydanın meclisine git, bak. Orada fukara kıyafetinde melekler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbeti kudsiyyede göreceksin. Sonra Parise git. Göreceksin ki akrepler insan suretinde ifritler adem suretim almış.”

(Arapça mesnevii Nuriye, Hubab risalesi. Türkçe Mesnevii Nuriyeden bu ifade çıkarılmıştır.)
Hazret yedi yıl kadar Garzan’da kalır, bu zaman sonunda oradan çıkmak ister. Bütün Garzan ayakta… “Bizi bırakıp nereye gideceksiniz?” Hazret: “Herhalde vefatımız yaklaştı. İsterim ki, babamın yanında vefat edeyim ve orada gömüleyim.” der ve giderler. Çok kısa bir müddet sonra da bir cuma günü sabah namazından sonra altmış yedi yıllık dünya hayatına veda ederler. Tarih hicri 1342’yi gösterir…

Hazret bir defa. evlenmiş ve bu evlilikten

1- Fethullah (bu oğlu babasından bir hafta evvel vefat etmiş.), 2- Cemaleddin (Bu oğlu da babasından çok kısa bir süre sonra vefat etmiş), 3- Takiyuddun, 4-Nasiruddin, ve Ayşe isminde dört oğlu bir kızı olmuştur.

Hazret ardından 15 tane halife bırakır, bunlar:

Molla Muhammed Emin (Melle mezin)

Hacı Abdulkerim (Hizanlı)

Bizim silsilemizin köşe başlarından Şeyh Ahmedi Haznevi

Şeyh Mahmudi Karaköyi

Şeyh Muhammed Selim (Hezanlı)

Şeyh Mahmudi Zokaydi

Şeyh Alauddini Verkanisi (Şeyh Fethullah’ın oğludur)

Şeyh Şahabuddini Tih (Muş’un nahiyesi)

(Şeyh Şahabuddinin oğlu) Molla Ubeydullah

Molla Halili Koğaki (Bulanığın Köyü)

Molla Yusufi Hort

Şeyh Abdurrahmani Çoğreşi

Şeyh İbrahimi Abiri (Bulanığın Köyü)

Molla Abbas (Bulanıklı)

Molla Halidi Poğaşi (Reşadiye Köyü)

Hazret çok halim, orta boylu gür sakallı idİ.

SADAT-I KİRAM” üzerinde 24 yorum

  • İŞTE SOFİLER KURBANLAR YOL BU
    MENZİL BU
    HAKKANİYET BU
    HAKİKAT BU
    DAHA NE BEKLERSENİZ
    GELİN GERÇEK YOLA
    HAKKIN YOLUNA
    BULUŞALIM HAKTA
    ERİŞELİM GÖNÜL PINARLARINDA
    ALLAH YOLUNDA
    MUHAMMED YOLUNDA
    KUR AN SÜNNET YOLUNDA
    ALLAH YAZANDANDA OKUYANDAN DA
    YAŞAYANDAN DA RAZI MEMNUN OLSUN
    ESSELAMUN ALEYKÜM

  • Selamün aleyküm havar havar yetiş seydam sanadır bitmeyen sevdam himmet eyle günahkarız birgün ömür olur itham bu yola can kurban gelin seydama bu yol ilim yolu gelin sultana kurtuluş burda gelin Muhammed mustafa’ya(s.a.s)gelin bu yol rasulün yolu unutmayın ne evlat ne mal ne annen ne baban kurtarabilir o mahşer gününde gelin tövbe alın.Gelin seydam’a

  • Cenabı Rabil Aleme Ne Kadar şükretsek azdır çünkü böyle büyük zatın sofisi olmak herkese nasip olmaz çok çok çok şükür elhamdülillah bunun başka nasıl yorumu olabilirki Allah başımızdan eksik etmesin ve şefeatine nasip etsin bütün sofilere selamlar

    Denizliden Mehmet Salih Tok

  • Allah razı olsun.

    Allah’a şükür de acziyetimi itiraf ederim,Can gözüyle Dostlarını tanımak nasip oldu.

    Allah bütün insanlara nasip etsin.

  • gurban bu yolun güzelliğini nasıl anlatabilirim ki..kelimeler yetmez,cümleler,eksik kalır.müslüman olarak doğduğumun şükrünü,ne kadar etsem az.RABBİM bizi ne kadar çok sevdin ki dostunun kapısına götürdün.bunun şükrünü nasıl etsem…!YİNE AZ YETMEZ,YETMEZ.o Alinin,Velinin,Ayşenin,Fatma’nın dostu değil,ALLAH’IN DOSTU.ALLAH isteyen herkeSe nasip etsin.gaflette olanlara da HİDAYET ETSİN.(AMİN)bütün sofilerden de allah razı olsun.mahşerde inşallah beraber oluruz.rabbim hepimizin yar ve yardımcısı olsun.GAVSIMIZI DA BAŞIMIZDAN EKSİK ETMESİN…/ESSELAMUN ALEYKÜM\

  • E.S.A. ALLAHIN SELAMI RAHMETİ BEREKETİ HEPİNİZİN ÜZERİNE OLSUN.BU YOLUN TARİFİ YOK ANCAK YOLA GİREN BİLİR.ALLAH HEPİMİZİ BU YOLA YÖNELTSİN,ALLAH BU YOLDAN AYIRMASIN,DAHA GÜÇLÜ KUVVETLİ KILSIN.GÖNLÜMÜZ CENAB-I HAKKIN ZİKRİ İLE DOLSUN TAŞSIN.ALLAH TÜM MÜSLÜMANLARIN YAR VE YARDIMCISI OLSUN E.S.A

  • mrb sofi kardeşlerim ben bu yola girdim çok şey degişti allah hepinizi bu yola daim etsin allahın selamı üzerinize olsun mevlüt ve hüseyin

  • selamünaleyküm bi konuda yardımınızı rica edicem , daha önce bu tarikata girip çıkan birisi tekrar tarikata dönebilir mi ?

      • Cenabirabbilalemin bir insanı günah işlediği zaman kulluğundan çıkarıyormu? hayır o halde insan beşer şaşardır. sıtk ile pişman olur tövbe kapısınında O velinin kapısı olduğuna inanırsa tekrar tarikata girer akıl işi de budur.

        Not:Anlatımda cümle düşüklüğü olabilir.Affınızı talep ederim

  • selamünaleyküm

    uzun zaman bazı iş güç aşırı yoğunluk sebebiyle tarikattan uzak kaldım.ondan dolayı kendimi çıkmış gibi hissediyorum.acaba çıkdım mı yoksa farklı bir durum mu sözkonusu ? birisi izah edebilir mi acaba ?

    • Canım kardeşlerim mübarek Evliyalar bir insanı evladı olarak kabul ettilermi herhangi bir nedenden ötürü dersini ve hatmeni bırakmış olabilirsin . Buda ancak hasta isen, geçimini sağlamak için çalışıyorsan vb.şeylerden olursa dersini tazelemen gerekmiyor. Ama boş ver deyip kendini kandırmışsan bundanda suçluluk duyuyorsan hemen O Veli kulun Yani Rabıtanın yanına git ayağına kapan yeni bir ders talep et gerekirse o müberek yeniden tövbe aldırır gerekmiyorsa aynen devam İNŞAALLAH.

  • Yorum bırakın