Peygamberler Tarihi

Hz. ADEM (a.s.)

İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah’u Teala Hz. Adem’i topraktan (turâbtan) yarattı. (Hud, 11/61;
Taha, 20/55; Nuh, 71/18) Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:
“Sizi (aslınız Adem’i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz.” (er-Rum, 30/20)
Allah’u Teala Hz. Adem’i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hal ve safhalardan geçirmiştir:
1- Türab safhasından sonra “Tîn” safhası:
Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir:
“O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır.” (es-Secde, 32/7)
Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.
“Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” (en-Nur, 24/45)
“O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy-soy yapandır. Rabbin her şeye kadirdir.” (el-Furkan, 25/54)
Yeryüzünün 3/4’ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75’i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikal ettirilmiştir. Yine Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur: “Andolsun biz insanı (Adem’i) çamurdan süzülmüş bir hülasadan yarattık.” (el-Mü’minun, 23/12) İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülasadan (bir soydan) yaratılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’an Dili, V, 3056-3059, 3431-3432)
2- Tin-i lâzib: Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de “Tîn-i lazib” yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenab-ı Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi. “Biz onları (asılları olan Adem’i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık.” (es-Saffat, 37/1 1)
3- Hame-i Mesnûn: Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir. “Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık.” (el-Hicr, 15/26-28)
Böylece Allahü Teala Adem (a. s.)’i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lazib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.
4- Salsal: Kuru çamur demektir.
Cenab-ı Allah kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak “fahhar” (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi. “O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır. ” (er-Rahman, 55/14, ilgili ayet için bk. Hazin; Elmalılı Hamdi Yazır, a_g.e., VIII, 4669)
Hz. Adem’e Ruh Verilmesi
Cenab-ı Allah Hz. Adem’i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir: “Rabbin o zaman meleklere demişti ki: ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatim) tamamlayıp ona da ruhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.’ Bunun üzerine iblis’ ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (iblis) büyüklük taslamış ve kafirlerden olmuştu. Allah: ‘Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?’ buyurdu. İblis dedi: ‘Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın. ” (Sad, 38/71-76. Ayrıca bk. el-A’raf, 7/12; el-Hicr, 15/29; es-Secde, 32/8-9)
Cenab-ı Allah böylece Hz. Adem’i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış “zira” olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. (Kurtubî, Tefsir, XX, 45) Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allahü Teala ona, haydi şu meleklere git, selam ver ve onların selamını nasıl karşıladıklarım dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyyetinin selamlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Adem meleklere: “Es-selamü aleyküm” dedi. Onlar da: “Es-selamu aleyke ve rahmetullah” diye karşılık verdiler. Adem, insanların büyük atası olduğu için, Cennet’e giren her kişi, Adem’in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Adem’in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed  zamanında) sona erdi. (Buharî, Sahih, IV, 102, Halk-ı Adem, 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 76, Hadis no: 1367)
Hz. Adem’e isimlerin Öğretilmesi
Allah Hz. Adem’i yarattıktan sonra, dünyaya yerleşip kendilerinden faydalanabilmeleri için ona eşyanın isimlerini ve özelliklerini öğretti, isimlerin dalalet ettiği varlıkları anlama kabiliyeti verdi. “Hani Rabbin bir vakit meleklere:
‘Muhakkak ben, yeryüzünde (emirlerimi tebliğ etmeye ve uygulamaya koyacak) bir halife (bir insan) yaratacağım’ demişti. (Melekler de): ‘Biz seni hamdinle tesbih ve seni ayıplardan, sana ortak koşmaktan ve eksikliklerden tenzih edip dururken orada (yerde) bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse(ler) mi yaratacaksın?’ demişlerdi. Allah: ‘Sizin bilmeyeceğinizi her halde ben bilirim.’ demişti. Allah, Adem’e bütün isimleri öğretmişti. Sonra onları (onların dalalet ettikleri alemleri ve eşyayı) meleklere gösterip ‘doğrucular iseniz (her şeyin içyüzünü biliyorsanız) bunları isimleriyle beraber bana haber verin’ demişti. (Melekler) de: “Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Çünkü her şeyi hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin, sen demişlerdi.” (el-Bakara, 2/30-32)
Bu ayetlerde geçen “halife” vekalet gibi asaletin karşıtı olarak başkasına vekillik etmek, yani az veya çok aslın yerini tutarak, onu temsil etmek demek olan hilafet masdarından türemiş bir sıfattır. İsim olarak kullanılır. Aslı “halif’tir. Sonundaki “ta” harfi mübalağa içindir. Birinin arkasından makamına ve yerine vekalet eden demektir. Bu niyabet (vekalet) ya aslın geçici olarak makamından ayrılması dolayısıyla verilir veya aslın acizliğinden dolayı yardım etmesi için verilir. Yahut bunların hiçbiri olmadığı halde asıl, vekiline sırf bir şeref bahşederek onu yüceltmek için vekalet verir. İşte Cenab-ı Allah’ın arzda evliyasını istihlafı bu kabildendir. (Ragıb el-Isfahanî, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an İstanbul 1986, s. 223; Hamdi Yazır, a.g.e., l, 300)
Cenab-ı Allah: “Yeryüzünde bir halife yaratacağım ve tayin edeceğim.” demişti ki; kendi irade ve kudret sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim, o bana izafeten, bana niyabeten yarattıklarım üzerinde birtakım tasarruflara sahip olacak, benim namıma ahkamımı yeryüzünde yürürlüğe koyup uygulayacaktır. O, bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına asıl olarak hükümleri icra edemeyecek ancak benim bir naibim, kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, emirlerimi, kanunlarımı tatbike memur bulunacak sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı vazifeyi icra edecek olanlar bulunacaktır. “Verdikleriyle sizi denemek için, yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminki kiminizden derecelerle üstün yapan odur…” (el-En’am, 165) ayetinin sırrı zahir olacaktır. Bu mana, Ashab-ı Kiram ve Tabiîn’den uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özetidir. (Elmalılı, a.g.e., I, 300)
Allahü Teala, Adem’i yeryüzünde halifesi yapacağını meleklerine istişare eder gibi tebliğ etmiş, Adem’i yarattıktan sonra ona eşyanın isimlerini öğretmiş, eşyanın bilgisini edinme ve beyan etme kabiliyetini vermiştir. Meleklerin devamlı olarak tesbih ve takdis vazifesiyle meşgul olmaları ve nefislerinin olmaması sebebiyle yeryüzünde halifelik ve imtihan keyfiyetlerine Adem ve evladlarının layık olacaklarını Adem ile meleklerini bir imtihandan geçirerek göstermiştir.
Yüce Allah Adem’i yarattıktan sonra zevcesi Havva’yı onun eğe veya başka bir görüşe göre kaburga kemiğinden yarattı. (Kitabü Mecmuatün mine’t-Tefasir içinde Hazin, II, 3) İbn Mes’ud ve İbn Abbas, “Allah Havva’yı, Adem’i Cennet’e yerleştirdikten sonra yaratmıştır.” demişlerdir. (en-Nisa, 4/1; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, XI, 304)
Hz. Adem’in Cennet’e Yerleştirilmesi:
Yüce Allah Adem ve eşine şöyle diyerek, Cennet’e yerleştirdi: “Ve demiştik ki: “Ey Adem, sen ve eşin Cennet’te yerleş, otur. Ondan (Cennet’in yiyeceklerinden) istediğiniz yerden ikiniz de bol bol yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz. ” (el-Bakara, 2/35; el-A’raf, 7/19) “Muhakkak bu (İblis) sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi Cennet’ten çıkarmasın; sonra zahmet çekersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşte yanmazsın. ” (Taha 20/1 17-1 19)
Hz. Adem ve eşine yasaklanan bu ağacın ne olduğu kesin olarak bilinmiyor. Bu ağacın buğday veya üzüm veyahut da incir olduğu hakkında rivayetler vardır. Biz bu ağacın ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü yüce Allah bu ağacın ismini bize bildirmemiştir. Cenab-ı Hakk Cennet’te Adem’e büyük bir hürriyet vermekle beraber yine de buna bir sınır koymuştur. Bu sınırı aştıkları takdirde, kendilerine zulüm edeceklerdir. Cennet’e bu yasak ağaç, yenilmek için değil, insanın hayatını disipline etmek ve bir sınırlama ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz “Dünyayı sevmek, her bir günahın başıdır” hadîsinde bu yasak ağacı tayin eden bir dalalet buluyoruz. Demek Hz. Adem o zaman dünya sınırlarına yaklaşmamak emri almış ve bundan bir müddet fıtratının gereği olarak yememiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., l, 323-324).
Daha önce İblis Hz. Adem’in üstünlüğünü çekemeyerek Allah’ın emrine karşı gelmiş, Adem’e secde etmeyip, saygı göstermemiş ve Cennet’ten kovulmuştu. O zaman şeytan’ın Hz. Adem ve evlatlarına musallat olup azdırma imkanı kaldırılmamıştı. Hatta, İblis’e onları günah işlemeye teşvik etme gücü verilmişti. (Bk. el-A’raf, 7/12-18; el-Hicr, 15/32-42) Çünkü Adem’in şeref ve üstünlüğü, nefsine ve şeytana uymamakla gerçekleşecekti. Kendilerine verilen akıl ve irade sebebiyle Adem ve soyu, imtihandan geçecekler, sınanmaları için de peygamberler gönderilecekti.
Vesvese vererek insanları azdırma kabiliyetine sahip olan şeytan, ne yaptıysa yaptı, bir yolunu bularak Cennet’e girebildi. “Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese verdi ve ‘Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil, ancak iki melek olacağınız yahut ölümden kurtulup ebedi olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti’ dedi. Bir de onlara, ‘Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim’ diye yemin etti: İşte bu şekilde ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de “Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti.” (el-A’raf 7/20-22) “Bundan sonra Adem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allah’a yalvardılar: Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız, dediler.” (el-A’raf, 7/23) “Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi. Allah şöyle dedi: ‘Dünyada birbirinize düşman olmak üzere her ikiniz de oradan (Cennet’ten) ininiz. Artık benden size bir hidayet (kitap) geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa, işte o sapıklığa düşmez ve bedbaht olmaz (ahirette zahmet çekmez). ” (Taha, 20/122-123) Böylece Hz. Adem ve Havva ve nesilerinin yeryüzünde yerleşip kalmaları ve burada üreyip geçinmeleri, imtihan edilmeleri takdir edildi ve gerçekleştirildi. (el-Bakara, 2/3638; el-A’raf, 7/24)
Buharî, Müslim, Ebu Davûd, Neseî ve Tirmizî’nin rivayet ettikleri bir hadîsinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Adem (a.s.) ile Musa (a.s.)’ın ruhları Rapleri nezdinde münakaşa ettiler ve Adem (a.s.), Musa (a.s.)’ı delil getirerek mağlup etti. Musa (a.s.) dedi ki: “Sen Allah’ın eliyle (kudretiyle) yarattğı ve ruhundan üflediği ve melekleri senin için secde ettirdiği ve Cennet’ine yerleştirdiği Adem’sin. Sonra da sen işlediğin suç sebebiyle insanları yeryüzüne indirdin.’ dedi. Bunun üzerine Adem (a.s.) ‘Sen Allah’ın peygamberliğine ve konuşmasına seçtiği ve içinde her şeyin açıklaması bulunan (Tevrat) levhalarını verdiği ve münacat edici olarak kendisine yaklaştırdığı Musa’sın. Benim yaratılmamdan kaç sene önce Tevrat’ı yazdığım gördün?’ dedi Musa (a.s.), ‘Kırk sene önce’ diye cevap verdi. Adem, ‘şu halde içinde ‘ve Adem Rabbi’ne isyan etti de…’ mealindeki ayeti gördün mü?’ dedi. Musa (a.s.) ‘Evet, gördüm’ dedi. Adem (a.s.) ‘Allah’ın beni yaratmasından kırk sene önce işleyeceğimi yazdığı işi işlemem üzerine beni nasıl azarlarsın’ dedi. Resulullah (s.a.s.) neticede “Adem hüccet ile Musa’yı mağlup etti” buyurdu. (et-Tac, l, Hadis no: 40) Bundan sonra gelecek hidayet rehberlerine (peygamberlere), iman ederek uyup bağlanacaklar için, korkup üzülecekleri bir şeyin olmadığı ve bunların Cennet’e girecekleri bildirildi, inkar edip kötülük yapanların Cehennem’e girecekleri anlatıldı. (el-Bakara, 2/38-39, 82)
Alimler, Hz. Adem ve eşinin iskan edildiği (yerleştirildiği) Cennet hakkında görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Cennet, lügat açısından bağ, bahçe, bahçelik ve bağlık yer manasına gelir. Acaba Hz. Adem’in iskan edildiği bu Cennet, yeryüzünün bağlılık, bahçelik ve ağaçlık köşelerinden bir köşe midir? Yoksa dünyadan ayrı ahrette müminlere va’d edilen Cennet midir? Kur’an-ı Kerim’de buna dair açık ve kesin bir bilgi verilmemiştir. İslam alimlerinin çoğunluğuna göre Hz. Adem’in eşiyle yerleştirildiği ve içinde yasak ağacın bulunduğu Cennet, ahirette müminlere ve iyilik yapanlara va’d edilen, darü’s-sevab (mükafat yurdu) olan Cennet’tir. Çünkü:
a) “Cenab-ı Allah dedi ki: Kiminiz kiminize (nesilleriniz birbirlerine yahut müminlerle şeytan birbirlerine) düşman olarak inin. Arz’da sizin için bir zamana kadar yerleşip kalmak ve geçinmek vardır. Orada (yeryüzünde) yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, yine oradan diriltilip çıkarılacaksınız.” (el-A’raf, 7/24-25; Ayrıca bk. el-Bakara, 2/36) Bu ayetlerde Hubût (inmek) tabiri ve inilecek yer de arz (yeryüzü) olarak zikredilmiştir, ilk yerleşme noktası yeryüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konuşu edilebilsin. Eğer Hz. Adem ve Havva’nın yerleştikleri yer arzdaki bir bahçe olsaydı “hubût’tan, inişten söz etmek mümkün olmazdı.
b) Taha suresi 118-119’uncu ayetlerde Hz. Adem’in yerleştiği Cennet’in anlatılan vasıfları, yani acıkmamak, susamamak, çıplak kalmamak, güneşte yanmamak, sevap ve mükafat yurdu olarak mü’minlere va’d edilen cennet’e aid niteliklerdir. Bu vasıfta olan bir cennet (bahçe) dünyada yoktur. Öyle ise Hz. Adem’in iskan edildiği Cennet, ahirette müminlere va’dedilen Cennet’tir.
c) Bu “Cennet” lafzının başındaki elif lam (lam-ı ta’rîf) umûm (istiğrak) için değil, ahid içindir. Bu elif lam, umûm ifade ederse Cennetlerin hepsi manasına gelir. Halbuki Hz. Adem’in bütün Cennetlere (bahçelere) yerleşmesi imkansızdır. Öyle ise bu Cennet’in manasını müslümanlar arasında bilinen ve darü’s-sevab (mükafat yurdu) olan Cennet’e hamletmek gereklidir. (Alusî, Rühu’l-Meanî, l, 233; Razı, Mefatîhu’l-Gayb, l, 455; Talat Koçyiğit, İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, s. 95 vd.)
d) Yine bazı haberlere göre: Allah meleklerinden birisine dünyanın her yerinden topraklar getirterek Hz. Adem’i Cennet’te yaratmıştır. (İbn Kesîr, Tefsirü’l-Kur’an’i’l-Azîm, l, 132.) Hz. Adem île Hz. Musa’nın ruhlarının çekiştiğini bildiren hadîs (bunun mealini yukarıda verdik) de bu Cennet’in sevab yurdu olan Cennet olduğunu açıklar.
Ebu’l-Kasım el-Belhî ve Ebü Müslim el-İsfahanî de “Hz. Adem’in yerleştiği Cennet, bahçe manasına olup bu dünyadadır” derler. Bu zatlar ayette geçen “ihbitû” kelimesine de “giriniz, gidiniz, konunuz” gibi manalar veriyorlar.” İhbitû mısran = Bir şehre ininiz, yerleşiniz (el-Bakara, 2/61) gibi. Bu zatlar Hz. Adem’in yerleştiği Cennet’in bu dünyada olduğuna dair şu şekilde delil getiriyorlar:
1) Eğer Hz. Adem’in yerleştiği bu Cennet, sevap ve mükafat yurdu olan Cennet olsaydı, elbette ebedî kalınacak Cennet olurdu. Hz. Adem de ebedî kalınacak Cennet’te olduğunu bilir ve şeytan da onu “Rabbiniz size bu ağacı, melek olmanız için, yahud ölümden kurtularak ebedî kalıcılardan olacağınız için yasak etti.” (el-A’raf, 7/20) diyerek aldatamazdı.
2) Yüce Allah’ın “Onlar (Cennet’te olanlar) oradan çıkarılacaklar da değildir.” (el-Hicr, 15/48) sözünün dalaletiyle Cennet’e giren bir daha oradan çıkmaz.
3) İblis, Hz. Adem için secde etmekten kaçınarak kibirlendiğinden Allah’ın gazab ve lanetine uğramış ve kafir olmuştur. Böyle olan bir kimse Cennet’e giremez.
4) Ahirette müminlere va’d edilen Cennet teklif ve imtihan yeri olmayıp müminlerin içinde serbestçe dolaşacakları ve bütün nimetlerinden diledikleri gibi faydalanacakları bir yerdir. Halbuki burada eşiyle beraber Hz. Adem’e bir ağacın meyvesi yasaklanmıştır.
5) Allahü Teala “Yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (el-Bakara, 2/30) diye belirttiği için Hz. Adem’i Arz’da yarattı. Kur’an’da onu göğe (Cennet’e) naklettiğini zikretmedi. Onu dünyadan semaya nakletmesi, nimetlerin en büyüğünden olduğu için zikredilmeye daha layık olurdu. Kur’an-ı Kerim’de böyle önemli bir olayı doğrulayacak kesin ve açık bir ifade yoktur. Öyle ise Hz. Adem ve eşinin iskan edildiği bu Cennet, içinde ebedi kalınacak Cennet’ten başka bir Cennet’tir. (Razî, Mefatîhu’lGayb, l, 454)
Hz. Adem’in oturduğu Cennet’in mükafat yurdu olan Cennet olması veya bundan başkası olması mümkündür. Çünkü bu konudaki nakli deliller zayıf ve Kur’an’da buna dair kesin bir delil yoktur. Bunu Allah’tan başka kimse bilemediğine göre, şu Cennet’tir veya bu Cennet’tir diye kestirip atmamak veya bu konuda tevakkuf etmek lazımdır. Nitekim selefi salihîn ve bunlara tabi olan birçok müfessirler böyle yapmışlardır. (Razî, Mefatîru’l-Gayb, 1,s. 455)
Fakat biz burada hemen şunu kaydedelim: Hz. Adem ve eşinin iskan edildiği Cennet’in mükafat yurdu olan Cennet olduğuna dair deliller daha kuvvetlidir. Ayrıca Cennet’e girince çıkılamayacağı meselesi duruma göre değişir. Misafir olarak girmekle mukîm olarak girmek aynı değildir. Nitekim Hz. Muhammed  (s.a.s.) mi’rac gecesi Cennet’e girmiş ve çıkmıştır. Hz. Adem’in Cennet’ten yeryüzüne inişinin mahiyeti bizce meçhuldür.
Hz. Adem’in Peygamberliği
Hz. Adem ilk insan olduğu gibi aynı zamanda ilk peygamberdir. Hz. Adem yeryüzüne indirildikten sonra, Cenab-ı Allah insan nesillerinin hepsini onunla eşi Havva’dan türetmiştir. Allahü Teala bu hakikati Nisa suresinin birinci ayetinde şu şekilde dile getiriyor: “Ey insanlar! Sizi tek bir candan (Adem’den) yaratan, ondan da yine onun zevcesini (Havva’yı) yaratan ve ikisinden pek çok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının… ” (en-Nisa, 4/2) Bir hadîs-i şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Allah’u Teala Adem’i (a.s.) yeryüzünün her tarafından avuçladığı bir avuç topraktan yarattı. Bunun için Ademoğulları kendilerinde bulunan toprak miktarına göre, kimi kırmızı, kimi beyaz kimi siyah, kimi bunların arasında bir renkte; (tabiat bakımından da) kimi yumuşak, kimi sert, bazıları kötü, bazıları da iyi olarak geldiler.” (Tirmizî, Tefsir, 3). Bu hadisi Tirmizî sahih bir senetle rivayet etmiştir.
Allah, insanı nefsinin şehvet ve şeytanın vesveselerine maruz kalacak şekilde yaratmış, ona bunlara karşı koyacak akıl, hayır ve şerri birbirinden ayırt edecek vicdan (kalb gözü) vermiştir. Cenab-ı Allah böylece insanı bu dünyada imtihan alanına koyduğu için, hikmet ve rahmetinin gereği olmak üzere hayır, fazilet, şer ve rezalet yollarını gösterecek, hak ile batılı öğretecek, hayır ve kemal yollarına irşad edecek peygamberler göndermiştir. Cenab-ı Hakk peygamberler göndermekle, insanın tabiatına ve halîfeliğine uygun imtihan şartlarını tamamlamıştır. Neticede insan bu dünyada yaptıklarının hesabını öldükten sonra diriltilince verecek, imanlı olup iyilik ve sevap terazileri ağır gelenler Cennet’e girecektir. Bunları kendilerine öğretip ikaz etmek için peygamberlere ihtiyaç vardır. İlk insanlara peygamber olmaya en layık olan zat, Allahü Teala’nın doğrudan doğruya vasıtasız konuştuğu ataları Hz. Adem’di.
Hz. Adem’in peygamberliği kendisine emir ve nehiy olunduğuna dalalet eden Kur’an ayetleri ile sabittir. Çünkü onun zamanında başka bir peygamber yoktu. Bu duruma göre kendisine gelen o emir ve nehiyler, vahiy vasıtasıyla olup başka bir vasıta ile değildir. Kur’an’da geçen Hz. Adem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim etmeleri, ikisinden birinin kurbanının kabul olunduğunun bildirilmesi (el-Maide, 5/27) Hz. Adem’e vahiy ile bildirilmiştir. Kur’an’da Hz. Adem’in peygamberliğe seçildiğinin anlatılması için “Istafâ” (Ali İmran, 3/33) kelimesi ile “İctebâ” (Taha, 20/122) kelimeleri kullanılıyor. Kur’an’da diğer peygamberler için de ıstıfâ’ ve ictibâ’ kelimelerinden müştak kelimeler kullanılıyor. (el-A’raf, 7/144; el-Bakara, 2/130; el-Hac, 22/75; Sâd, 38/47; en-Nahl, 16/121; Ali İmran, 3/79; Yusuf, 12/6; el-En’am, 6/87; eş-Şûra, 42/13; el-Kalem, 68/50) Öyle ise Hz. Adem de peygamberdir. Hz. Adem’in peygamber olduğunu açıkça bildiren hadisler de vardır. Ebu Ümame (ö. 81/700) rivayet ediyor “Ebu Zerr (ö. 32/652) Peygamberimize ‘Ya Nebiyallah, peygamberlerden ilk peygamber kimdir?’ diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s.): “Adem’dir.” dedi. Ebu Zerr, “Ya Rasulullah o, Nebî oldu mu?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.s.), “Evet o mükellem bir Nebî (Allah’ın kendisiyle vasıtasız konuştuğu peygamber) idi.” dedi.” (Ahmed b. Hanbel, V, 265)
Diğer bir hadîste de Kıyamet gününde, diğer Nebiler gibi Hz. Adem’in de bir peygamber olarak, Hz. Resulullah’ın sancağı altında bulunacağı haber verilmiştir. (Tirmizî, II, 202) Hz. Adem’in peygamberliği hususunda bütün müslümanlar ittifak etmişlerdir. (Teftazanî, Şerhu’l-Akaid, s. 62; Devvanî, Celal, s. 71; Aliyyü’lKarî, Şerhu’l Fıkhı’l-Ekber, 101)
Hz. Adem’in evladları onun irşadı ile Allah’a iman etmiş, zamanlarındaki maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin eden ahkamı ondan öğrenmişlerdir. Ebu İdris el-Havlanî’nin, Ebu Zerr’den rivayet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.) Hz. Adem’e on sahifelik bir kitap indirildiğini söylemiştir. (Abdurrahman Hubneke’l-Meydanî, el-Akidetü’lİslamiyye ve Usüsuha, II, 260)
İnsanların dinden ayrılarak ihtilaf etmeleri, hak dinin izini kaybederek batıl itikatlara saplanmaları sonradan çeşitli sebeplerle meydana gelen kötü bir durumdur. Böylece beşeriyetin başlangıcının bir vahşet devri olmadığı anlaşılır. Hz. Adem’den sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılan insanlar doğru yoldan ayrılmışlardır. Allah, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Şu ayet bu hakikati ifade eder: “İnsanlar (ilk önce) bir ümmetti (onlar ihtilaf ettiler). Allah da müjde verici ve azabının habercileri olarak peygamberler gönderdi…” (el-Bakara,2/213)
Yukarıda gördüğümüz gibi Yüce Allah, ilk insan Hz. Adem’i bizzat doğrudan doğruya çeşitli safhalardan geçirerek yaratmıştır. Darwinist olan tekamülcülerin iddia ettiği gibi, insan maddenin kendiliğinden gelişerek tek hücreli canlı olması ve bunun da gelişerek çeşitli hayvanlar ve maymunlar oluşması ve maymunların da insana dönüşmesi yoluyla meydana gelmemiştir. Uydurma ve yakıştırmadan ibaret olan bu nazariyenin doğruluğuna, deney ve gözlemlerde ve delîl olarak kabul ettikleri materyal fosillerinde, en ufak bir ipucu bile yoktur. Bunun aksini isbat edecek fosil ve deliller pek çoktur. Mendel ve Pastör kanunları gibi.
Tekamül nazariyesi bilim ve akıl nazarında muhaldir. Şöyle ki: Madde ve enerjide “emtropi” vardır: Gözlenen bütün tabii sistemlerde düzensizliğe doğru, yani dağılıp saçılmaya doğru bir eğilim vardır. Bu gerçek, hem mikro ve hem de makro seviyelerde olmak üzere geçerlidir. Madde parçacıkları dağılıp saçılır gider. Enerji de akıllı birisi tarafından planlı ve düzenli olarak kapalı duvarlar arasında ve borular içerisinde kontrol altına alınmazsa dağılır gider. Dışarıdan gelen güneş enerjisi de, bunu alıp kullanacak çok muazzam bir makina sistemi yoksa boşlukta dağılır. Bu bir fizik kanunudur. Aklı başında olan bir alim bu kanuna karşı gelecek cesareti gösteremez.
Madde atıldır (eylemsizdir) kendiliğinden bir gücü yoktur (fizikteki atalet prensibi). Allah’tan başka hiçbir şeyin kendiliğinden hiçbir gücü, düzen ve nizamı yoktur (ve la havle ve la kuvvete illa billah). Akıllı ve şuurlu birisi tarafından planlı düzenli bir makina sistemiyle kontrol edilmeyen enerji de her şeyi dağıtır, yakar ve yıkar. Mesela nükleer bir santralda kontrol altına alınamayan bir atom enerjisi her şeyi yakar ve yıkar, dağıtır ve boşlukta dağılır gider. Öyle ise basit bir otomobilin bir yapıcı mühendisi olmadan demir yığınları arasından güneş enerjisi veya herhangi bir enerji ile meydana gelmesi imkansızdır. Deney ve gözlem ve akıl bunu kabul etmez. En basit bir canlının organizmasının (cesedinin) yanında, mükemmel bir otomobil veya en ileri seviyede yapılmış bir elektronik beyin, çocuk oyuncağı gibi kalır. Bir elektronik beyin bozulduğu vakit kendi kendisini tamir edemez, kendi mislini ve benzerini, maddelerini dışarıdan toplayarak yapamaz. Çünkü atıldır ve şuuru yoktur. Bunlar akıllı birisinin yapacağı hesap ve plan işidir. Akılsız ve cansız madde kendiliğinden bir makina veya bir elektronik beyini yapamayınca, ya bunların yapıcısı olan insanı nasıl yaratabilir? İnsanın yaptığı en mükemmel bir elektronik beyin, insan tarafından tamir edilip kontrol edilmezse, kendisini tekamül ettirmek şöyle dursun madde yığınları arasında dağılıp gider.
Bir eser müessirinden (yaratıcısından) üstün olamaz. Bir eserde yapıcısında bulunmayan vasıflar bulunamaz. Netice sebebinden üstün olamaz. Taş sebep olursa, parçacıkları taşın eseri (neticesi) olur. Maddede can yoktur; insanî ruh ve bunun özellikleri olan şuur ve akıl hiç yoktur: vicdan ve bunun özellikleri olan sevgi, nefret ve üzüntü de yoktur. Bir maddenin, pek çok mükemmel makina sistemi olan bir canlının vücudunu meydana getirmesi ve ona kendisinde hiç bulunmayan canı, hele akıl, irade ve vicdanın kaynağı olan ruhu vermesi ne kadar muhal ve imkansızdır. Can enerji değildir. Can, canlının duymasını ve gayeli hareket etmesini sağlayan, vücudunu tamir etme, kendisini koruma ve neslini devam ettirme vazifesini üstlenen manevî bir cevherdir. Bir canlı sisteminin meydana gelebilmesi için mutlaka şu şartlar gereklidir;
1- Sistemin gelişigüzel değil, enerji ve besinleri dönüştürecek mükemmel mekanizması ve makina sistemi olmalıdır.
2- Otomobilin çalışması için nasıl petrol lazımsa, bunun da kullanılabileceği bir enerji kaynağı yani besinler bulunmalıdır. Canlıların besinleri, bitki ve hayvan organizmalarıdır.
3- Bu enerjinin dönüşüm mekanizmalarını idare edip devam ettirmek ve çoğaltmak için bir kontrolcü bulunmalıdır. Çünkü Termodinamiğin ikinci kanunu olarak ifade edilen ve kainatta geçerli kanuna göre sistemlerin düzensizliğe doğru tabii bir kaymaları vardır. Otomobilde bu kontrolcü şoför, elektronik beyinde kontrol mühendisidir. Otomobilin şoförü veya elektronik beyinin kontrolcüsü ölmüşse bunlar kendi kendilerine gayeli ve düzenli çalışamazlar. Kendilerinin benzerlerini meydana getiremezler ve kendilerini tamir edemezler. Az bir zaman sonra çürür, dağılır ve saçılıp giderler. Canlıların mekanizma ve makinalarının kontrolcü ve idarecisi candır. Canlının canı çıkmışsa, bunca muazzam zekasına rağmen insan dahi ona canı veremez.
4- Canlı bir sistemin mutlaka akıllı alim ve bir yaratıcısı olmalıdır. O da Allah’tır. Otomobilin yapıcısı akıllı bir insandır. Öyle ise canlıların organizmalarını, o akıllara durgunluk verecek çok muazzam makina sistemlerini, oksijen, hidrojen (yani su), fosfor, kükürt, azot, karbon, kalsiyumdan yaratan ve bunlara canı veren Allah’tır.
İnsanla hayvan arasında mahiyet farkı vardır. İnsanlarda akıl, irade ve vicdan vardır. Hayvanlarda bunlar yoktur. Bunların kaynağı da Allah’ın insana verdiği ruhtur. Bu insanî ruh hayvanda yoktur.
Buna göre tekamül nazariyesi (Darwinizm) muhaldir (imkansızdır).
Darwinizme inananların, insanın maddeden kendiliğinden tekamül ederek meydana gelişini “Akılları mı emrediyor, yoksa bunlar azgın kimseler midir?” (et-Tûr, 52/32)

KAYNAK: BAĞÇECİ, Muhittin; Şamil İslam Ansiklopedisi, C.I, S.72-77

 

A. İlk İnsan Ve İnsanlığın Atası Olması
 

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssalarının birinci­si, şüphesiz, ilk peygamber ve aynı zamanda ilk insan olan Âdem’İn (a.s.) kıssasıdır. Yirmi beş âyette ismen zikredilen Hz. Âdem’in[1] kıssası, Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf, Tâhâ, Hıcr ve Sa’d sûrelerinde olmak üzere yedi yerde, kısmen farklı söz ve ifâdeler­le anlatılmaktadır. Ancak bu ifadeler, anlam itibariyle birdir; bu bakımdan aralarında hiç bir tezat yoktur. Üsluptaki sağlamlığın, anlatımdaki belagatın ve mânâdaki birliğin korunduğu aynı mâ­nâyı ifade eden bu farklı sözler, Kur’ân-ı Kerim’in i’câzını göste­ren delillerdendir.[2]

Âdem (a.s.) beşeriyetin atasıdır, insan cinsinden ilk yaratı­lan odur ve bütün insanlık onun soyundan türemiştir. Semavî dinler bu hususta müttefiktir. Dolayısıyla ona, Ebu’l-beşer/İnsanlığın atası künyesi verilmiştir. Onun bir unvanı da, peygamberlerin insanlar arasından seçilmiş olduklarını ifâde eden Safîyyullah’tır. Kur’ân-ı Kerim’de topraktan yaratılan Â-dem’in ilk insan olduğunu gösteren pek çok âyet mevcuttur. Bu âyetlerin bâzılarında Cenab-ı Hak, bütün İnsanları Âdem’e nisbetle isimlendirerek, onlar için “Ey Âdem oğulları!” hitabını kullanmıştır:

“Ey Âdem oğullan! Sizin için, avret yerlerinizi örtecek elbise ve ziynet eşyası yarattık. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki düşünüp ibret alırlar. Ey Âdem oğullan! Şeytan ebeveyninizi (Âdem’i ve Havva’yı) avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet­ten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın…[3]

“Ey Âdem oğulları! Her mescide girişinizde, temiz ve güzel elbiselerinizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.[4]

Allah Teâlâ, bâzı âyetlerde ise, insanlığın tamamını tek bir asıldan yarattığını belirterek Âdem’in ilk insan olduğuna işaret etmiştir:

“Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun!…[5]

“Ey insanlar! Allah sizi, bir tek candan yarattı. Sonra ondan da eşini halketti.[6]

B. Yaratılışı
 

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Âdem’in yaratılışı hakkında, bir kaç yerde bilgi vermiştir. Bu konuyla İlgili âyetlerde, onun toprak­tan[7], süzme çamurdan,[8] cıvık çamurdan,[9] çamurdan süzülen bir-özden[10], kuru çamur ve şekillenmiş balçıktan yaratılmış oldu­ğu[11] bildirilmiştir. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bir riva­yete göre ise, Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün muhtelif yörelerin­den alman toprak örneklerinin karışımından yaratmıştır. Bu toprak   çeşitliliğinin,   insanların   değişik   karakterler  taşımaları üzerinde etkisi vardır.[12] Yine Peygamberimiz, Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmeyen Hz. Âdem’in hangi günde yaratıldığı hususunu da açıklamıştır. Buna göre O, Cuma günü yaratılmış, Cuma günü Cennete konulmuş, yine bir Cuma günü Cennetten çıkarılmış, tevbesi aynı günde kabul edilmiş, yine bir Cuma gününde vefat etmiştir.[13]

Allah Teâlâ, topraktan yarattığı Adem (a.s.)’ı insan şekline koyduktan sonra ona kendi ruhundan üflemiştir. Bu üfleme üzerine Âdem (a.s.) birden bire, düşünen ve iradesiyle hareket eden, et ve kemikten mürekkep bir hüviyet kazanmıştır. Görül­düğü gibi Âdem (a.s.)’m yaratılışı, diğer insanların yaratılışından farklı olmuştur. Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân suresinin 59. âyetin­de, onun yaratılışı ile Hz. İsa’nın yaratılışı arasındaki benzerlik­ten bahsetmiştir. Ancak bu benzerlik, her ikisinin yaratılışmdaki olağan üstülük bakımındandır. Bilindiği gibi, Hz. İsa’nın yaratılı-şmdaki olağan üstülük, babasız olarak dünyaya gelmesidir.

İlgili âyet ve hadislerde verilen bilgilerden, Hz. Âdem (a.s.)’m topraktan yaratılışı keyfiyetinin, belirli bir gelişme seyri takip ettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu safhalar ve zamanlama hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Allah Teâlâ, onu top­raktan ve insan neslinin ilk atası olarak yaratmış, ona akıl ve irâde vererek, manevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatmıştır.[14] Cinler hariç diğer varlıklarda bulunmayan bu ka­biliyetler dolayısıyla da varlıklar içinde sâdece cinlerle ona ve nesline bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Böyle olunca, insa­nın bu yaratılış ve kabiliyet farklılığını reddederek onu diğer can­lılar seviyesine indiren teori ve düşünceler, hiç bir şekilde, İslâm inancı ile bağdaş tınlamaz. Bu teori ve düşüncelerin doğru olma­sı da mümkün değildir. [15]

C. Yeryüzünde Halifelik Görevinin Verilmesi
 

Cenab-ı Allah, Âdem’i yaratmadan önce meleklerine hitap ederek, onlara yeryüzünde kendisine vekaleten iş görecek bir halife yaratacağını haber vermişti.[16] Halife, asıl yetkili adına işle­ri yürüten, onun adına tasarrufta bulunan, mevcut kanun ve kuralları gerektiği şekilde tatbik ederek düzen ve asayişi sağla­yan görevli demektir. Buna göre yeryüzünde Allah’ın halifesi ol­mak, yeryüzündeki imkânları insanların ihtiyaçları için kulla­nırken, bir temsilci sıfatıyla, kendisine bu yetkiyi veren Allah’ın istediği şekilde hareket etme sorumluluğunu da beraberinde getiriyordu. Dolayısıyla bütün bu işleri yapabilmesi için, yaratı­lacak halifenin önemli kabiliyet ve güçlerle donatılması gereki­yordu. Cenab-ı Hak, kendisine halife olarak seçtiği insana, teme­lini akıl, ilim ve irâde sıfatlarının teşkil ettiği kabiliyetler lütfetti. Bu özelliği sayesinde insan, Allah ve peygamberlerinin emirlerine uyduğu takdirde, yeryüzünü gerektiği şekilde imar edebilir, ora­da Allah’ın hükümlerini hâkim kılarak, O’nun istediği hal üzere yaşanmasını sağlayabilirdi. İnsanları eğitir ve idare eder, bu maksatla diğer bütün canlılardan istifade edebilirdi. Ancak in­san, Allah’ın emir ve yasaklarını bir tarafa bırakır, kendisine verilen bu yetkiyi, kendi arzu ve menfaati istikâmetinde kulla­nırsa, halifelik sınırını aşmış ve haddini tecavüz etmiş olacaktı.

Her ve kilin/halifenin şerefi, bu vekâleti verenin şerefi ve vekilliğin derecesiyle mütenâsiptir. Bunun farkında olan melek­ler, Allah’ın sözlerini duyunca, yaratılacak insana verilecek hali­felik görevi sebebiyle hayrete düştüler. Çünkü onlar, Cenab-ı Hakk’m, yeryüzünde halifesi kılacağı insana, kendi irâde ve kud­ret sıfatından bir takım kabiliyetler vereceğini ve ona diğer yara­tıklar üzerinde bâzı salâhiyetler tanıyacağını anlamışlardı. Bunu tahmin etmekle birlikte melekler, hikmet ve ihtimaller açıklan­madığı için, insanın halife kılınmasının sebebini öğrenmek istediler. Kendileri devamlı bir şekilde Allah’ı teşbih ve takdis edip durdukları halde, kendilerinin değil de, yeryüzünde bozguncu­luk çıkaracak ve kan dökecek bu yeni yaratığın halife kılınması­nın hikmetini anlamak maksadıyla, şu soruyu sormaktan kendi­lerini alamadılar:

“Rabb’ın meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yarataca­ğım. ‘ dediğinde, ojilar, ‘Biz Seni teşbih edip dururken, orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi yaratacaksın? dediler.’ Bu­nun üzerine Cenab-ı Allah, ‘Sizin bilmediğinizi ben bilirim.’ dedi.”[17]

Yüce Allah, meleklere ayrıca bilmedikleri şeyi bir örnekle açıklamak, küçümsedikleri ilk insanın kendilerine tercih edilme­sinin sebebini anlatmak, akıllarınca yeryüzü halifeliğine lâyık görmedikleri Âdem’in onlardan daha bilgili ve anlayışlı olduğunu göstermek istedi. Bu maksatla, kendisine halife olarak yarattığı Âdem’e yeryüzünde faydalanacağı eşyanın isimlerini, mahiyet ve özelliklerini öğrettikten sonra, meleklere hitap ederek, zannettik­leri gibi yeryüzünün halifesi olmaya Âdem’den daha lâyık iseler, söz konusu eşyanın isimlerini söylemelerini emretti. Ancak me­lekler, cevap veremediler, Bu durum karşısında hatalarını anla­dılar ve bu düşüncelerinden dolayı özür dilediler:

“Allah, bütün isimleri Âdem’e öğretmiş, sonra onları melekle­re göstererek, ‘Eğer sözünüzde doğru iseniz, bunların isimlerini bana bildirin.’ demişti.

(Bunun üzerine melekler), ‘Ey Rabbimiz! Seni, noksan sıfat­lardan tenzih ederiz. Bizim bilgimiz, senin bize öğrettiklerinden ibarettir. Biz, ancak senin öğrettiklerini bilebiliriz. Şüphesiz ki, her şeyi bilen ve her şeyi yerli yerince yapan sensin.’ dediler.

Yüce Allah, bu defa Âdem’e, eşyanın isimlerini meleklere a-Çiklamasını emretti. Âdem eşyanın isimlerini bilince, meleklere hitap ederek şöyle dedi: Size demedim mi ki, göklerin ve yerin gaybını ancak ben bilirim. Sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de ben bilirim.”[18]

Böylece Allah, Âdem (a.s.)’i yaratıp onu yeryüzünde kendi­sine halife kılmakla, yeryüzünün nimetlerini ve sırlarını ortaya çıkararak oradaki bu nimetlerden istifade edecek, orada kendi­sine vekâleten emir ve yasaklarını tatbik ederek yeryüzünün hâkimiyetini elinde tutacak bir varlığı istemişti. Meleklerin değil de Âdem’in halife kılınmasının yüce hikmeti herhalde bu olma­lıydı. Çünkü melekler, yaratılışları gereği yeryüzündeki .bu ni­metlere muhtaç değillerdi. Bu bakımdan yeryüzünün gizlilikleri­ni araştırmaları ve nimetlerinden istifade etmeleri söz konusu olamazdı. Melekler, ancak kendilerine verilen vazifelerle ilgili hususları bilirler ve bunları yerine getirirlerdi.

Hz.Âdem (a.s.)’m yaratılışıyla ilgili âyetlerdeki, birinin yeri­ne geçen anlamına gelen “halife” kelimesi ve meleklerin onun yaratılacağını duymaları üzerine “yeryüzünde karışıklık çıkara­cak ve orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?” şeklindeki soruları dolayısıyla, bâzı Islâmî kaynaklarda, Hz. Âdem’in yara­tılmasından önce yeryüzünde insan veya ona benzer akıllı-şuurlu ve sorumlu bir varlık bulunup-bulunmadığı hususu tar­tışılmış ve şu sorular sorulmuştur:

Kur’ân-ı Kerim’de Âdem (a.s.)’e halife dendiğine göre, acaba daha önce bir insan türü yaşamış, Âdem ve nesli onların yerine geçirilmiş olabilir mi? Dolayısıyla melekler, Âdem neslinin fesat çıkarıp kan dökeceğini, bu eski insanlar hakkındaki bilgileri se­bebiyle söylemiş olabilirler mi?

Bu konuyla ilgili olarak, yeryüzünde Hz.Âdem’den önce, Hin ve Bin veya Tim ve Rim denilen varlıkların yaşadığına dair bâzı rivayetler aktarılmıştır. İsrâiliyyat ve Eski İran kültüründen nakledilen bu hikâyelere göre, cinlerden önce yaratılmış olan bu varlıklar, dünyada fesat çıkarıp birbirlerinin kanlarını akıtmışlar ve bu yüzden Allah tarafından azaba çarptırılarak toplu bir şe­kilde helak edilmişlerdir. Ancak bu rivayetler, asılsızdır. İbn Hal­dun’un dediği gibi, bu konularda, Kur’ân-ı Kerim’de verilen bilgiler dışında güvenilir bilgi mevcut değildir.[19]

Müfessirler, meleklerin Hz.Âdem ve soyu hakkında, daha Âdem’in yaratılmasından önce sahip oldukları bu bilgilerini, Al­lah’ın kendilerine önceden haber vermiş olmasına veya onları daha önce yaratılan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran cinlere benzetmelerine ya da bu konuda Levh-i Mahfuz’da yazılı olanları öğrenmiş olmalarına bağlamışlardır. Diğer bir görüş ise, günah işlemeyen meleklerin, kendilerinden farklı varlıkların günah işle­yecek bir tabiata sahip olacaklarını düşünmüş olabilecekleri şeklindedir.[20]   
D. Meleklere Hz. Âdem (A.S.)’A Secde Etmelerinin Emredilmesi
 

Allah Teâlâ, insanın bu üstün mevkiini ve yeryüzünde hali­fe olmaya en lâyık varlık olduğunu delilleriyle meleklere göster­dikten sonra, bu şerefi tescil etmek istedi. Bu maksatla melekle­re hitap ederek, yarattığı Âdem için saygı ve hürmet secdesine kapanmalarını emretti. İnsanın kendilerinden daha üstün bir varlık olduğunu gösteren bu emir üzerine bütün melekler, yara­tılan ilk insan Âdem (a.s.) için saygı secdesine kapandılar. Bu secdeleriyle, onun şerefini yüceltip, faziletini itiraf ettiklerini gös­termiş oldular. Yalnız, cinlerden olduğu halde[21] o sırada meleklerle birlikte bulunan İblis, gurur, kibir ve kıskançlığı yüzünden, Âdem’e secde etmekten kaçındı ve Allah’ın emrine isyan ederek küfre düştü:

“Bir zamanlar biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. îblis, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.[22]

“Hani rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben, kupkuru bir çamur­dan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!’ Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Ancak İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.[23]

Cenab-ı Allah niçin secde etmediğini sorunca, İblis, mağrur bir şekilde, kendisinin Âdem’den daha hayırlı ve üstün olduğunu söyledi. İddiasına delil olarak da, Âdem’in topraktan yaratılma­sına karşılık, kendisinin daha değerli olan ateşten yaratılmış olmasını İleri sürdü. Allah’ı inkâr etmese de, bu isyanı, kibri ve inadı sebebiyle, Allah’ın emrine karşı gelerek küfre düşmesi yü­zünden Allah tarafından lanetlenerek Cennetten kovulan İblis, Allah’tan Kıyamet gününe kadar kendisine mühlet verilmesini istedi.[24] İstediği mühletin verilmesi üzerine, ihlâs sahibi mü’minlerin dışındaki insanları azdıracağını açıkladı. Cenab-ı Hak ise, Cehennemi o ve ona uyanlarla dolduracağını söyledi. Ayrıca, şeytanın taraftarlarına vadettiği şeylerin aldatmacalar­dan ibaret olduğunu belirterek, onun ihlâs sahibi mü’min kullara zarar veremeyeceğini ve bu mü’minlerin yardımcısının bizzat kendisi olduğunu şöyle açıkladı:

“Hatırla ki, meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. îblis’in dışında hepsi secde ettiler. İblis, ‘Çamurdan yarattığın bir varlığa secde mi ederim?1 dedi. Ve devam etti: ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni Kıyamete kadar yaşatır­san, pek azı hariç, onun neslini saptıracağım.’

Allah şöyle dedi: (Defol) git! Onlardan kim sana uyarsa, ce­zanız Cehennemdir, ne mükemmel bir ceza size! Onlardan gücü­nün yettiğini sesinle yerinden oynat. Atlıların ve yayalarınla onla­rın üzerine yaygarayı bas; mallarda ve evlatlarda onlara ortak ol (bunları haram yollardan kazanmaya sevk et). Onlara vaadlerde bulun; aslında şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey va’detmez. Benim, samimî ve ihlâsîı kullarıma gelince, senin onla­rı kandırmaya gücün yetmez. Onları koruyucu olarak rabbin ye­ter.”[25]

Şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesi üzerine, onunla Ce­nab-ı Hak arasında geçen konuşma, küçük farklılıklarla bir kaç yerde daha zikredilmektedir:

“İblis, ‘Ben kuru çamurdan oluşan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.’ dedi. Bunun üzerine Allah buyurdu: ‘Öyle ise oradan çık!. Artık sen kovuldun! Muhak­kak ki, Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır.’

İblis, ‘Ey Rabbim! Öyle ise, varlıkların tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver.’ dedi. Allah, ‘o halde sen, bilinen bir vakte kadar, kendilerine mühlet verilenlerdensin.’ buyurdu.

İblis dedi ki: ‘Ey Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana kar­şılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onla­rın hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdiril­miş kulların müstesna.’

Allah buyurdu: İşte, bana varan dosdoğru yol budur. Onun gözetimi bana aittir. Şüphesiz kullarım benimdir. Onların aleyhine sana verilmiş bir hakimiyet yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna. Muhakkak onların hepsine va’dolunan yer Ce­hennemdir.[26]

“Andolsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra melek­lere, ‘Âdem’e secde edin’ dedik; İblis’ten başka hepsi secde etti, O secde edenlerden olmadı. Allah, ‘Sana emrettiğim halde, seni sec­deden alıkoyan nedir?’ dedi. İblis, ‘Beni ateşten onu ise çamur­dan yarattın, ben ondan üstünüm.’ cevabını verdi.

Allah, ‘Öyle ise, in oradan. Orada büyüklük taslamaya hak­kın yoktur. Çık oradan, çünkü sen aşağılıklardansın!’ buyurdu. İblis, ‘İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver.’ dedi. Allah,   ‘Haydi sen mühlet verilenlerdensin.’ dedi

İblis şöyle dedi: ‘öyle ise, beni azdırmana karşılık, andolsun ki, ben de onlan saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde onla­ra karşı duracağım; sonra önlerinden, aralarından, sağ ve solla­rından onlara sokulacağım, (sonunda) çoğunu sana şükredenler-den bulamayacaksın’dedi.

Allah, ‘Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, insanlardan kim sana uyarsa, hepinizi Cehenneme dolduracağım!’ dedi.[27]

“Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdü-güm zaman, derhal ona secdeye kapanın!’

Melekler toptan secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi O, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu. Allah, ‘Ey İblis, seni iki elim­le yarattığım varlığa secde etmekten alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa kibirlenenlerden mi idin?’ dedi.

İblis, ‘Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu ça­murdan, ‘ dedi.

Allah, ‘Çık oradan, sen artık kovulmuş birisin. Ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir.’ buyurdu.

İblis, ‘Ey Rabbim! O halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!’ dedi.Allah, ‘Haydi sen zamanı sâdece benim tarafımdan bilinen güne kadar mühlet verilenlerdensin.’ buyurdu.

İblis, ‘Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların hariç hepsini mutlaka azdıracağım’ dedi.

Allah, ‘İşte bu doğrudur. Ben hakikati söyleyeyim, andolsun sen ve sana uyanların hepsiyle Cehennemi dolduracağım.’ bu­yurdu.[28]   

E. Hz. Âdem (A.S.)’A Secdenin Mahiyeti
 

İslâmiyet’te Allah’tan başkasına ibâdet maksadıyla secde etmek küfür sayıldığından, meleklerin Hz. Âdem’e secdesi, ibâ­det secdesi değil, saygı secdesi olarak yorumlanmıştır. Melekle­rin Âdem’e secde etmeleri olayından anlaşıldığı gibi, Allah Teâlâ, Âdem’i meleklerden daha üstün olarak yaratmış ve onların say­gısına değer özelliklerle donatmıştı. Dolayısıyla melekler, tüm insanlığın temsilcisi sıfatıyla Âdem’e saygı secdesinde bulun­muşlardı.[29] Âdem’e verilen bu şeref, aynı zamanda neslinin ta­mamını ilgilendiren bir husustur. Yüce Allah, insan oğluna ver­diği bu şeref hakkında şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz ki biz, Âdem oğlunu muhterem kıldık. Karada ve denizde onlan taşıttık. Helâl ve temiz şeylerle nzıklandırdık. On­ları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.”[30]

“Muhakkak ki biz, insanı en güzel şekilde yarattık. “[31]

Ancak insan, Hz. Âdem’in sahip olduğu bu şeref ve değeri, Allah’ın emirlerine uyduğu ve yasaklarından kaçındığı takdirde kazanabilir. İnsan oğlu böyle davrandığı zaman meleklerin ken­disine hizmet edeceğinden ümitli olmalıdır. Şeytanın yaptığı gibi, kibir ve gurura kapılarak Allah’ın emirlerine karşı gelip, yaratılış hikmetine aykırı davrandığı takdirde ise, bu şerefini kaybeder; hatta diğer canlılardan daha aşağı bir seviyeye düşer. Şu âyet, bu gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Gerçek şu ki, biz, Cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işi-temeyen cinlerden ve insanlardan çok canlar ayırımsızdır. Bunlar, hayvan sürüsü gibidirler; hatta hayvanlardan da aşağıdırlar. îşte onlar, gerçek gafillerdir.”[32] 

F. Hz. Havva’nın Yaratılışı

Kur’ân-ı Kerim, üç yerde Havva’nın Âdem (a.s.)’dan yaratıl­dığını açıklamaktadır:

“Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de birçok erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun…[33]

“Ey insanlar! Allah, o kudret sahibidir ki, hepinizi tek bir ne­fisten (bir Âdem’den) yarattı. Âdem’den de eşini (Havva’yı) halket-ti. Tâ ki Âdem, eşine ünsiyet peyda edip, gönlü ona ısınsın, onda teskin olsun.[34]

“Ey insanlar! Allah, sizi bir tek candan yarattı. Sonra ondan da eşini yarattı. “[35]

Bu üç âyetten anlaşıldığı gibi, Kur’ân-ı Kerim, sâdece Hav­va’nın Âdem’den yaratıldığını bildirmiş; ancak nerede, ne şekilde ve onun neresinden yaratıldığı hususunda bilgi vermemiştir. Bu konuda nakledilen bâzı hadislerde ise, buna ilâve olarak Hav­va’nın Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı bildirilmiştir.[36]

Kur’ân-ı Kerim ve hadislerde, Havva’nın yaratılışı hakkın­daki bilgiler, bunlardan ibaret olduğu halde, diğer İslâmî kay­naklarda bu konuda geniş malûmat bulunmaktadır. Bu ilâve bilgilerin kaynağı, tahmin edileceği gibi, yine Ehl-i Kİtap’tan ak­tarılan İsrâilî haberlerdir ve dolayısıyla doğru olup-olmadığı belli değildir. Doğruluğu tartışılır bu haberlere göre, Allah Teâlâ tara­fından Cennete yerleştirilen Âdem orada yalnızdır. Âdem’i uyu­tan Allah, o uyumakta iken, sol kaburga kemiğinden, onu yal­nızlıktan kurtaracak, onunla ülfet edip onunla birlikte insan neslinin devamına vesile olacak ilk kadını, yani Havva’yı yaratır. Âdem uyandığı zaman, başucunda oturmakta olan Havva’yı gö­rür ve onunla tanışır.[37]  
G. Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz.Havva’nın Cennete Konulması
 

Cenab-i Allah, Âdem ve ondan yarattığı eşi Havva’yı, yer­yüzüne göndermeden önce, bir imtihana tabi tutmak istedi. Bu maksatla onları Cennete yerleştirdi ve orada seçtiği bir ağacın meyvesiyle imtihan etti. İkisine, açıkladığı ağacın meyvesi hâriç Cennetin bütün meyvelerinden yiyebileceklerini bildirdi. Bu ya­sağı çiğnedikleri takdirde ise kendisi katında zâlimlerden sayıla­cakları hususunda uyardı. Bir âlimin ifadesiyle, “Yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak üzere yaratılan insanın imtihanı için en uygun yer Cennet idi. Çünkü bu şekilde ona, Allah’ın yeryüzün­deki halifesi olmak üzere yaratılan insana, uygun yerin Cennet olduğu; fakat şeytanın aldatıcı sözlerine inanırsa, oradan mah­rum kalacağı gösterilmiş olacaktı.  Cenneti tekrar kazanmanın tek yolu ise, insanı her an saptırmak için fırsat kollayan düşma-, na karşı başarı kazanmaktı.[38] Cennette mesut bir hayat sürme­leri için Âdem ve Havva’ya verilen geniş hürriyet ve buna karşılık tabî tutuldukları önemli imtihan bir âyette şöyle açıklanmıştır:

“Biz, Âdem’e, ıEy Âdem, eşinle ikiniz, Cennette yerleşin! İki­niz Cennetin meyvelerinden, istediğiniz yerden bol bol yiyiniz! Fakat şu ağaca yaklaşmayınız! Eğer bu ağacın meyvesinden yi­yecek olursanız, her ikiniz de zâlimlerden olursunuz!’ dedik.[39]

İnsanlığın ilk temsilcileri olan Hz Âdem ile Havva, verilen sonsuz nimetler karşılığında, kendilerince malum olan yasak ağaca yaklaşmamak ve onun meyvesinden yememekle sorumlu tutulmuşlardı. Verilen emre uymayıp bu yasağı ihlâl ettikleri takdirde onlara verilecek ceza ise, âyette geçtiği gibi, çok ağır olacaktı: Zâlimlerden olmak.

Allah Teâlâ, Cennete yerleştirdiği Âdem ve eşine, şeytana karşı uyanık olmalarını emretmiş, onun kendilerine büyük kötü­lükler yapabileceğini de haber vererek onları uyarmıştı. Yine şeytana uyup bu yüzden Cennetten çıkarılmadıkları takdirde, orada açlık ve susuzluk çekmeyeceklerini, sıcaktan bunalmaya­caklarını ve çıplak kalmayacaklarını bildirmişti:

“Bunun üzerine, Ey Âdem! Bu (şeytan), senin ve eşinin düşmanınızdır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın! Sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz. Şimdi burada senin için, ne acıkmak vardır ne de çıplak kalmak. Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcak­tan da bunalmayacaksın.[40] 

H. Şeytanın Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz. Havva’yı Kandırması

Yüce Allah tarafından Âdem ve eşi Havva için konulan bir imtihandan ibaret bu yasak, ilk insan ve neslinin en büyük düşmanı olan İblis’i/şeytanı harekete geçirmişti. Kendisi Allah’ın rahmeti ve Cennetinden kovulmuşken, baştan itibaren kıskan­dığı ve önünde eğilmekten kaçındığı Âdem ve eşinin Cennete konulmasına hiç tahammülü yoktu. Allah’ın nimetlerinden u-zaklaştıriknasının sebebi olarak gördüğü Âdem’i ve eşini de Cennetten çıkarmaya kesin karar vermişti. Allah’ın onlar için koymuş olduğu yasağı çiğnemeleri için o ikisine vesvese vermeye başladı. Onları aldatabilmek için dostça davranarak her türlü yolu denedi; menfaatleri için çalıştığına yeminler ederek, netice­de onları en zayıf noktalarından yakaladı. Onların zayıf noktala­rı, âyette belirtildiği gibi, melek olmak veya Cennette ebedî kal­mak arzusuydu. Şeytan onların bu iki arzusunu tahrik ederek Âdem ve Havva’ya şöyle demişti:

“İyi biliniz ki, rabbiniz bu ağacın meyvesinden yemenizi; an­cak sizin iki melek olmanızı, yahut Cennette ebedî kalmanızı is­temediğinden yasak etmiştir. Başka bir sebep için değil!

Ve o ikisine ‘Emin olunuz! Ben, bunu sizin iyiliğiniz için söy­lüyorum, ben size öğüt verenlerdenim.’ diye yemin etti.[41]

“Derken şeytan onun aklım karıştırıp şöyle dedi: Ey Âdem! Sana ebedîlik ve sonu gelmez bir saltanatı sağlayacak bir ağacı göstereyim mi?[42]

Şeytan, bu yoğun gayretleri sonunda Âdem ile Havva’yı kandırdı ve ikisini yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etti. Kendilerine olan düşmanlığını unutup şeytanın tuzağına düşen Âdem ile Havva, onun sözlerine kanarak Allah tarafından yasak­lanmış ağacın meyvesinden yemeye karar verdiler. Ancak, daha bu meyveyi tattıkları sırada, hiç beklemedikleri bir şey oldu ve her ikisinin de avret mahalleri açılıverdi.[43] Bunun üzerine, bü­yük bir telâş ve acelecilik içinde, açılan avret yerlerini örtmek için yaprak toplamaya başladılar. Artık onlar, şeytana aldan­makla bu ilk imtihanı kaybetmişler ve bu yüzden Allah Teâlâ’nm azannı haketmişlerdi:

“Böylece, şeytan, ikisini aldatarak (yasak) ağacın meyve-, sinden yemeye sevk etti. Ve ikisinin o ağacın meyvesinden tatmaları üzerine, avret yerleri onlara göründü. Cennet yapraklanyla ayıp yerlerini örtmeye başladılar. Bunun üzerine rableri onlara şöyle nida etti: Ben ikinize, bu ağacın meyvesinden yemenizi yasak etmedim mi? Ve ikinize, şeytan, ikinizin apaçık bir düşmamnızdır, demedim mi?[44]

Şeytanın Âdem’i aldatması, bir başka yerde şöyle açıklanır: “Şeytan Âdem’e vesvese vererek, ‘Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacım ve ebedî bir mülkü göstereyim mi? dedi. Bunun üzerine ondan yediler. Yiyince, kendilerine avret yerleri açüıverdi. Derhal üstlerini Cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. Ve böylece Âdem, rabbinin sözünü tutmamış oldu, bu sebeple de önemli bir hataya düştü..[45]

Şeytanın iğvâlanna aldanan Âdem ile Havva’nın yasak ağa­cın meyvesini yemeleri ve bunun üzerine başlarına gelen durum hakkında Kur’ân-i Kerim’in verdiği bilgi bunlardan ibarettir. Gö­rüldüğü gibi, yaratılışından itibaren Âdem’i kıskanan ve Allah’ın emrine karşı gelerek ona saygı secdesinde bulunmaktan kaçınan şeytan, bu defa da onu aldatarak yasak meyveden yemesine ve dolayısıyla günah işlemesine sebep olmuştur. Az önce geçtiği gi­bi, Tâhâ suresinin 120. âyetinde şeytanın, önce Âdem’e giderek, vesvese verdiği, ardından ikisinin birlikte yasak ağacın meyve­sinden yedikleri belirtilmiş; Bakara suresinin 36. ve A’raf sure­sinin 20. âyetlerinde ise, şeytanın ikisine birden vesvese verdiği ve ikisini birlikte aldattığı ifâde edilmiştir. Yani Tevrat’taki gibi şeytanın önce Havva’yı kandırdığı, sonra da onun vasıtasıyla Âdem’i yoldan çıkardığı şeklinde, suçun işlenmesinde Havva’nın zaaflarını öne çıkaran ve suçu neredeyse onun üzerine yıkan bir bilgi verilmemiştir.[46] Bunun neticesindedir ki, Yahudi-Hıristiyan geleneğinde ilk kadın olan Havva’nın ayartıcı ve baştan çıkarıcı olarak takdim edilmesine karşılık, Kur’ân-ı Kerim’e göre, Cen­netten kovulmalarıyla sonuçlanan olaylarda Âdem ile Havva eşit bir şekilde sorumlu tutulmuş; hatta vahye muhatap olması se­bebiyle asıl sorumluluk Âdem’e ait olduğu için, şeytanın doğru­dan ona hitap ettiği bildirilmiş ve Havva’ya hitabından söz edilmemiştir.[47]

Kur’ân’da ve sahih hadislerde, şeytanın Cennete nasıl gir­diği ve Âdem ile Havva’yı ne şekilde kandırdığı konularında bilgi mevcut değildir. Diğer İslâm kaynaklarının bu konularda aktar­dığı bilgiler, genellikle tahrif edilmiş Yahûdî kaynaklarına daya­nır. Tevrat’a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan -ki bu yılan Yeni Ahid’e göre şeytandır.[48] Aden’deki cennettd/bahçede yaşamakta olan Havva’nın yanma yaklaşarak onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiştir. Daha sonra da Havva, kocası Âdem’e yasak meyveden yedirmiştir.[49]

Kur’ân-ı Kerim, yasaklanan ağacın cinsi ve mâhiyeti hak­kında da bilgi vermemiştir. Kur’ân’da, yalnızca şeytanın bu ağa­cı, Âdem ile Havva’yı kandırabilmek için ebedîlik ağacı[50] ve me­lek olmalarını sağlayacak ağaç[51] olarak tanıttığı ifadeleri yer al­makta; ancak şeytanın bu kanâatinin doğru veya yanlışlığı açık­lanmamaktadır. Bu hususta hadislerde de bilgi yoktur.[52] Diğer İslâmî kaynaklar ise, yahûdî metinlerine dayanarak, bu ağacın, ilim, hayrı-şerri bilme ağacı, üzüm asması, buğday, incir ağacı veya diğer cins bir ağaç olduğuna dair rivayetler nakletmişler, bu kabilden çok sayıda ağacın ismini saymışlardır.[53] Hıristiyanlar-dan nakledilen bir anlayışa göre ise, yasak ağaç meselesi, cinsî yaklaşımdan kinayedir.[54]

Kur’ân-ı Kerim, Âdem ile Havva’nın yasak ağacın meyve­sinden yemeleri üzerine açılan avret mahallerini, Cennet yaprak-lanyla örtmeye çalıştıklarını bildirmekte;[55] ancak bu yaprakların hangi ağaca ait olduğunu belirtmemektedir. Bu konuda hadis de nakledilmemiştir. Dolayısıyla bu hususta diğer eserlerde yer a-lan incir yaprağı veya diğer bâzı ağaçların yaprağıyla ilgili riva­yetler, Kur’ân veya sünnete dayanmaz. Bu bilgiler tümüyle Tev­rat’tan alınmıştır. Nitekim Tevrat’ta, çıplak olduklarını anlayan Âdem ve Havva’nın, incir yapraklarını dikip önlük yaptıkları zik­redilmektedir.[56]       

I. Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz. Havva’nın Konulduğu Cennet

Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’ın Âdem ve Havva’ya Cennette yer­leşmelerini emrettiği belirtilmekte ancak bu Cennetin, âhirette iyilerin kalacakları Ebedîlik yurdu/Dârül-huld olan Cennet olup olmadığı konusunda ise açık bir ifade bulunmamaktadır. Bu yüzden bu Cennet hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekseriyetine göre, Hz. Âdem ve Havva’nın konulduğu Cennet, âhirette iyi insanların konulacağı Cennettir.[57] Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Mirac’a çıkarıldığı gece semânın katlarında bulunduğu esnada gösterilmiş olan bu Cennet göktedir. Âdem ve Havva’ya “ihbitû/ininiz” diye emredilmesi de, bu Cennetin gökte olduğunu ortaya koymaktadır.

Ancak İslâm âlimlerinden bir kısmı, burada Cennet keli­mesinin Arapça lügat mânâsı olan bahçeyi ifade ettiğini ve bu Cennetin yeryüzünde bir bahçe olması gerektiğini düşünmüşler­dir. Bu görüşü ileri sürenler, görüşlerini ispat hususunda şu delilleri getirmişlerdir:

1. Âdem ve Havva’ya yasak konulması, bu Cennetin, âhi­re tte   iyilerin  mükâfatlan d ırılacağı   Cennet  olmadığını   gösterir; çünkü orada herhangi bir yasak olmayacaktır.

2. Cennette isyan ve günah söz konusu olamaz; halbuki Â-dem ve Havva yasak ağacın meyvesinden yemek suretiyle suç iş­lemişlerdir.

3. Orası asıl Cennet olsaydı, orada kâfir bulunmazdı. Hal­buki oraya girerek o ikisini kandıran şeytan daha önce rabbinin emrine karşı gelip Âdem’e secde etmemiş ve bu yüzden küfre dü­şerek Cennetten kovulmuştu.

4. Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiğine göre, âhiretteki Cennet ebedîlik yurdudur.  Oraya girenler bir daha çıkmaz;[58] halbuki Âdem ve Havva oradan çıkarılmışlardır.

5. Âdem, yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır ve ya­ratıldığı yer de yeryüzüdür. Eğer onun Cennette yaratılıp bir gü­nah dolayısıyla dünyaya indirildiği düşünülürse, bu onun yara­tılış gayesiyle çelişir. Eğer yeryüzünde yaratılıp Cennete yüksel­tildiği iddia edilecek olursa, iddia sahiplerine verilecek cevap Kur’ ân-i Kerim’de bu görüşü doğrulayacak bir delilin mevcut olmadığıdır.

Müslüman âlimlerden bâzıları da, bu konuda kesin bir so­nuca varılamayacağı düşüncesiyle tartışmaya girmekten ve gö­rüş belirtmekten kaçınmışlardır.[59]

Tevrat’a göre ise, Âdem ve Havva’nın konulduğu Cennet, yeryüzünün doğu kısmında, Aden’de bir bahçedir, yani bir dün­ya Cennetidir. Allah, korunması için Âdem’i bu bahçeye koyar, bahçenin her ağacından yiyebileceğini; ancak, hayat ağacı veya iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yememesi gerektiğini, aksi takdirde öleceğini bildirir.[60] Daha sonra onun yalnızlığını gider­mek için kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. [61]

İ. Tevbelerinin Kabulü Ve Cennetten Yeryüzüne İndirilmeleri

Âdem (a.s.) ve Havva, Allah’ın emrine rağmen işledikleri hatâ yüzünden büyük bir pişmanlık içine düşmüşlerdi.[62] Bağış­lanmaları için Allah’a yalvarmaya başladılar:

“O ikisi, ‘Ey Rabbimiz! Biz, kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez isen, şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz’dediler.[63]

Cenab-i Allah, Âdem ve eşinin tevbelerini kabul etti:

“Daha sonra Âdem,  rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve , derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.[64]

Ancak Yüce Allah, tevbelerini kabul etmekle birlikte, işle­dikleri bu suç sebebiyle o ikisini, içinde bulundukları Cennetten yeryüzüne indirdi. Böylece, Allah’ın, Âdem’i yaratırken ona tak­dir ettiği yeryüzündeki halifelik görevi de fiilen başlamış oluyor­du. Çünkü Allah Teâlâ, onu yeryüzünde kendisine halife olmak üzere yaratmıştı. Âdem’in (a.s.) Cennetten yeryüzüne indirilme­sinin sebebi, her ne kadar şeytanın vesvesesine kapılarak bili­nen hatayı işlemesi olsa da, o her halükârda zamanı gelince yer­yüzüne gönderilecek, kendisine verilen bu ulvî görevi muhakkak surette yerine getirecekti. Bununla birlikte, yeryüzüne indirilme­sine kadar onun başından geçenler, onun nesli için önemli bir ibret sahnesi idi ve ilâhî bir hikmete dayanıyordu. Allah Teâlâ, onu ve neslini, yeryüzünde karşılaşabilecekleri bir takım hâdise­lere karşı hazırlıklı olmaları ve bilhassa şeytanın düşmanlığı konusunda uyanık bulunmaları hususunda uyarmış, ikisinin başından geçenlerle unutamayacakları bir ders vermişti. Bu tec­rübe, Âdem ve neslinin, gerçek düşmanları şeytanı iyi bir şekilde tanımalarını da sağlamıştı.

Allah Teâlâ, Cennetten çıkardığı Âdem ve eşine, nesillerinin belirli bir süre dünyada kalacaklarını, bu süre içinde dünyadan faydalanıp onu imar edeceklerini, bâzı meseleler yüzünden ara­larında anlaşmazlıkların çıkacağını, sonunda öleceklerini ve ye­niden diriltileçeklerini haber verdi. Ayrıca, insanlar arasından peygamber olarak seçeceği kişilerle, insanlara doğru yolu göste­receğini, göstermiş olduğu bu yola tâbi olanların kurtuluşa ere­ceklerini müjdeledi. Peygamberleri inkâr eden ve onlara gönderi­len emirleri yalanlayan kâfirlerin ise ebedî olarak Cehenneme atılacaklarını bildirdi:

“Allah buyurdu: Bir kısmınız, diğer bir kısmınıza düşman o-larak Cennetten inin. Yeryüzünde sizin için bir müddete kadar, yerleşme ve geçim imkânı vardır. Yine şöyle dedi: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve tekrar oradan diriltilip çıkarılacak­sınız.[65]

“Şeytan, onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve onları içinde bulundukları Cennet nimetlerinden çıkarttı. Bunun üzerine, ‘Birbirinize düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır’ dedik. Daha sonra Âdem, rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.

Biz onlara, ‘Hepiniz oradan yeryüzüne inin. Tarafımdan size hidâyet geldiğinde, kim hidâyetime uyarsa, onlara bir korku yok­tur. Onlar, üzülmeyecektir de!’ dedik. İnkâr edip, âyetlerimizi ya­lanlayanlara gelince, işte onlar, cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.[66]

“Dedi ki: Bâzınız bâzınıza düşman olarak oradan inin! Artık benden size hidâyet geldiğinde, kim benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet günü kör olarak hasrederiz.[67]

Meseleye, Hz. Âdem ve Havva’ya verilen “oradan ininiz” em­rinin bir kovulma olmadığı; aksine yeryüzünde halife olarak ya­ratılmanın zarurî bir sonucu olduğu noktasından bakan Mevdu-dî, o ikisinin bir süre Cennette tutulmalarının imtihan sebebiyle olduğunu belirtir. Buna göre, tevbelerinin kabul edilmesinden sonra, Cennette kalmalarına izin verilemezdi.

Dolayısıyla dünyaya bir ceza olarak değil, yaratılış gayesi nedeniyle gönderilmişlerdi.[68] Çünkü Allah Teâlâ, onu yeryüzün­de halife yapmak için yaratmıştı ve O’nun iradesini engelleyecek bir şey de olamazdı.

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Âdem (a.s.) ile Havva’nın yeryüzünün hangi yöresine indirildikleri hakkında bilgi vermemiştir. Tefsir, kısas-ı enbiyâ ve diğer tarih kaynakları ise, Yahudi kaynakların­dan bâzı bilgiler aktarmışlardır. Bu rivayetlere göre, yeryüzüne inmeleri emri verilince, Hz. Âdem (a.s.) Hindistan’daki Dehnâ, Büz dağı veya Serendib adasına; Havva ise Arabistan’ın Hicaz bölgesindeki Cidde’ye inmiştir. Adem (a.s.), Havva’yı aramak için Arabistan’a kadar gelmiş, ikisi Arafat’ta Müzdelife mevkiinde buluşmuşlardır. İlgili rivayetlerde, yılanın ve şeytanın nereye in­dirildikleri hakkında da bilgiler bulunmaktadır.[69] Bu rivayetlerin ciddî bir dayanağı yoktur. İbn Kesir’in dediği gibi, bunlar, “ka­ranlığa taş atmak, delilsiz ve mesnetsiz konuşmaktan başka bir şey değildir.”[70]   

K. Hz. Âdem (A.S.)’ın Peygamberliği

Kur’ân-ı Kerim’de, Âdem (a.s.)’m Allah Teâlâ’dan vahiy al­dığı[71], Allah’ın ona hitap ederek sorumluluk yüklediği[72], tevbesini kabul edip doğru yola yönelterek seçkinlerden kıldığı bildirilmiştir. Bu âyetlerden birinde şöyle denilmektedir:

“Ama sonra rabbi onu rahmetiyle seçip ayırdı, Onun tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.[73]

Peygamberliğinin kesin birer delili olan bu âyetlerden bi­rinde de, onun, Hz. Nuh, Hz. İbrahim hanedanı ve İmrân hane­danı ile birlikte âlemlere üstün kılındığı belirtilerek şöyle buyu-rulmuştur:

“Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ai­lesini birbirlerinin soyundan olarak âlemlerden üstün kıldı. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.[74]

Sevgili Peygamberimiz de, ilk peygamberin Hz. Âdem oldu­ğunu söylemiştir.[75]

L. Hz. Âdem (A.S.)’In Nesli
 

Cenab-ı Allah, yeryüzüne indirdiği Âdem ve Havvâ^a nesil­lerini devam ettirecek çocuklar ihsan etti:

“Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok kadın ve erkek türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun.”[76]

Rivayete göre, Âdem (a.s.) ile Havva’nın çocukları, her ba­tında, biri erkek öbürü kız olmak üzere ikiz doğuyordu. Bu şe­kilde, 20 batında 40 çocukları olmuştu.[77] Evlâdına peygamber olarak görevlendirilen Hz. Âdem (a.s.), gittikçe sayıları artan ve yeryüzünü imara çalışan neslini, Allah’tan aldığı emir ve yasak­lar doğrultusunda yönetiyordu.

Allah (c.c.) daha sonraları ise onun nesli arasından bâzı şahısları da yine kendisine elçi olarak seçti. Bu elçileri vasıtasıy­la insanlara emir ve yasaklarını ulaştırdı. Elçilerine ve onlara uyanlara kurtuluş vâdetti, onların düşmanlarını Cehennemle korkuttu.

İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden itibaren İnsanlar iki cepheye ayrıldılar. Bir tarafta peygamberler ve onlara uyanların temsil ettiği tevhid cephesi, diğer tarafta ise Allah’ı ve peygam­berleri inkâr edenlerin oluşturduğu küfür cephesi. Bu durumu ve Âdem kıssasını değerlendiren Elmalılı şöyle der:

“İşte yeryüzünde insanlığa ait hilâfetin oluş şekli bu iniş ve bu vaad ve vaîd ile beraber olmuştur. Ve bu sıfat Âdem’den evla­dına intikal edecek, bunu bilenler birinci kısımdan, yalanlayanlar ikinci zümreden olacaktır. Biri ilk fıtratın gereğine halef olacak, biri de geçici olan hatayı huy edinerek görünüşte Âdem’e, gerçek­te ise şeytana halef ve arkadaş olacaklardır. Şu halde, insan Kur’ân’ın bu kıssalarını iyi düşünmeli ve daima hatırında tutmalı­dır. Görülüyor ki, kıssanın sonunda beyanın ifade şekli, bütün Âdem oğullarını hedef almakta ve Âdem ile Havva burada âdeta nesilleriyle beraber bir cinsi temsil etmektedirler. “[78]

Cennette Hz. Âdem (a.s.)’a ve eşine musallat olarak onları günaha sevk eden ve böylece Cennetten çıkarılmalarına sebep olan şeytan, yeryüzünde de Âdem (a.s.) ve neslinin peşinde ola­cak ve onları günah ve yasaklara sevk edebilmek için elinden gelen gayreti gösterecektir. İnsanlar, Allah’ın emirlerini terk et­tikleri takdirde, onun iğvâsma kapılmaya son derece müsait hale gelirler ve çeşitli günahları işlerler. Bu bakımdan, Cennette Hz. Âdem (a.s.) ve eşine yasaklanan günah ağacı, insanlara yeryü­zünde haram kılınmış olan bütün fiil ve hareketleri temsil eder. Âdem  (a.s.) ve  eşinin bu yasağı çiğnedikten  sonra pişmanlık duymaları ve tevbe kapısına sığınmaları da, günah işleyen in­sanlar için tevbe kapısının açık olduğunu gösterir. Ancak kıssa­dan da anlaşıldığı gibi, asıl olan Allah’ın gönderdiği peygamber­lere tâbi olup onların yolundan giderek şeytanın iğvâsmdan ko­runmaktır.  Şeytana uyan ve onu rehber edinenlerin ise sonu felâkettir ve ebedî yurtları Cehennem olacaktır.  Netice olarak, Hz. Âdem (a.s.) kıssası,  insanoğlunun kıssasıdır;  her insanın bundan ibret alması gerekir. [79]

M. Hâbil Kabil Kıssası
 

Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Âdem (a.s.)’in isimleri verilmeyen iki oğlunun[80] başından geçen önemli bir olay anlatılmıştır. Ehl-i Ki-tap’tan nakledilen rivayetlerde onların isimleri Hâbil ve Kabil ola-rak verilmektedir. Bu iki kardeş arasında geçen kıssa, Kur’ân-ı Kerim’de insanların ve bilhassa mü’minlerin ders alma­ları için anlatılmıştır.

Hâbil ile Kabil, iki kardeş olmakla birlikte ahlakî bakımdan tamamıyla farklı iki şahıstır. Hâbil iyiliği, hakka teslim olmayı, hakkaniyet ve takvayı temsil etmektedir. Kabil ise bencillik, ihti­ras, kıskançlık ve hakka isyan duyguları ile doludur. Kur’ân-ı Kerim, isimlerini vermediği bu iki kardeş arasında geçen önemli olayı, dar bir çerçevede anlatmıştır. Buna göre, iki kardeş Allah’a birer kurban sunmuş, ancak birinin kurbanı kabul edilirken diğerininki reddedilmiştir. Kardeşinin kurbanının Allah tarafın­dan kabul edilmesini çekemeyen Kabil, kıskançlık sonucu, as­lında hiç bir suçu olmayan kardeşi Hâbü’i öldüreceğini söyler. Hâbîl ise, bunda bir suçunun bulunmadığını, kurbanın kabul veya reddinin kendisiyle değil, Allah’tan korkmakla ilgili olduğu­nu açıklar ve kendisine saldıracak olursa, âlemlerin rabbinden korktuğu için asla karşılık vermeyeceğini hatırlatır ve şöyle der: “Ben isterim ki, sen, benim günahımı da, kendi günahını da yük­lenip Cehennem halkından olasın! Zâlimlerin cezası budur.” Bu haklı savunmasına rağmen Kabil onu öldürür; ancak onun ce­sedini ne yapacağına karar veremez. O esnada Allah tarafından gönderilen bir karganın yeri eşelediğini görür. Bundan dersini alır, kardeşinin ölüsünü Örtmek için bir karga kadar dahi ola­madığını söyleyip büyük bir pişmanlık ve vicdan azabına düşer. Kıssa Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Ey Muhammed ! Onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasını hak-kiyle anlat Hani ikisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen ötekine, ‘Andolsun, seni öldüreceğim.’ deyince, kardeşi, ‘Allah an­cak kendisinden korkanların kurbanını kabul eder. Andolsun, e-ğer sen beni öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldür­mek için sana elimi uzatmam. Çünkü ben, âlemlerin rabbinden korkarım! Ben isterim ki, sen, benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip Cehennem halkından olasın! Zâlimlerin cezası bu­dur. ‘ dedi.

Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin nefsi, kendisini kardeşini öldürmeye teşvik etti ve sonunda onu öldürdü. Böylece zarara uğrayanlardan oldu. Derken Allah, bir karga gönderdi, karga, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için toprağı eşeliyordu. ‘Yazık bana, kardeşimin cesedini örtmek için, bu karga kadar olmaktan aciz kaldım,’ dedi, pişmanlık ve vicdan azabıyla çarpıldı.”[81]

Görüldüğü gibi, bir insanın, kendisine hiçbir kötülük yap­mayan sâlih ve muttaki kardeşini haksız yere öldürmesi gibi büyük bir cinayet, ilk olarak Kabil tarafından işlenmiştir. însan öldürmek büyük bir zulüm; neticesi de pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey olmadığı halde, ne yazık ki bu, insanlar arasında, sürekli bir hâle gelmiştir. Menfaat duygulan veya Kabil’de oldu­ğu gibi kıskanma ve zarar verme arzusu, insanları bu çirkin işe sevk etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, iki kardeşin kıssasını bu dar çerçevede an­latmış, teferruata girmemiştir. Sahih hadislerde ise, buna ilâve olarak, insanlık tarihinde haksız yere adam öldürme âdetini baş­latan Kabil’in, Kıyamete kadar haksız yere adam öldürme suçu­nu işleyenlerin günahlarından da bir sorumluluk taşıdığı ifade edilmiştir. Peygamberimiz, şöyle buyurmuştur:

“Haksız yere Öldürülen her bir insanoğlunun kanından bir hisse, Âdem oğullarından öldürme fiilini ilk işleyene ayrılır. Çünkü O (Kabil), bu cinayeti âdet edinenlerin önderidir.”[82]

Tefsir ve tarih kitaplarında ise, Kur’ân-ı Kerim ve hadiste geçen bu bilgiler dışında, konu ile ilgili pek çok rivayet bulun­maktadır. Tamamına yakını Tevrat ve şerhlerinden nakledilmiş olan ve doğruluğuna dâir bir delil bulunmayan bu anlatımların bir kısmı özet olarak şöyledir:

Hz.Âdem (a.s.)’in çocukları, biri erkek biri kız olmak üzere hep ikiz doğardı. Böylece Âdem (a.s.)’in Havva’dan 20 batında 40 çocuğu oldu. Bir batında doğan erkek, kendi ikiziyle evlenemez, dolayısıyla diğer batınlarda doğan kızlardan biriyle evlenirdi. Kabil ile Hâbil’e kadar böyle devam etmiş ve bu hususta herhan­gi bir anlaşmazlık çıkmamıştı. Daha büyük olan Kabil ziraatla, Hâbil ise çobanlıkla meşgul oluyordu. Hz. Âdem (a.s.), Hâbil’i, Kabil’in ikizi olan kızıyla evlendirmek istedi. Ancak Kabil, insan­lığın başlangıcında sâdece Âdem’in çocukları için geçerli olan bu kurala uymak istemedi. İkizi olan kız kardeşinin, Hâbil’in ikizin­den daha güzel olduğunu söyleyerek, onunla evlenmek hakkının kendisinde olması gerektiğini savundu. Bunun üzerine Hz. Â-dem (a.s.), bu kızıyla evlenmek hakkının hangisine ait olduğunu belirlemek hususunda, o ikisinden Allah’a birer kurban takdim et-melerini istedi ve kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söyledi. Buna razı olan iki kardeş, Cenab-ı Hakk’a bi­rer kurban takdim ettiler. Hayvancılık yapan Hâbil, sürüsünde bulunan en semiz ve en güzel koçu (veya sığın) kurban ederken, zirâatla geçinen Kabil ise, kurban olarak, yanında bulunan eki­nin en kötüsünden bir demet başak takdim etmişti. Bu esnada gökten gelen ateş, Hâbil’in kurbanını yaktı, Kabil’in kurbanına ise hiç dokunmadı ve onu olduğu gibi bıraktı. Ateşin yakması, sunulan kurbanın kabul edildiğini gösteriyordu. Buna göre, Hâbil’in kurbanı kabul edilirken Kâbü’inki reddedilmişti. Bu ne­tice, Kabil’i kıskançlık ve düşmanlığa sevk etti. Bunda bir suçu olmayan Hâbil’i aşın derecede kıskandı ve ona düşman kesilerek onu öldüreceğini söyledi. Hâbil ise, kardeşine kurbanının red­dedilme sebebinin takvasızlığı olduğunu ve bunun kendisiyle alakasının bulunmadığını söyledi ve insan öldürmenin kötülü­ğünü ve bunun acı sonunu hatırlattı. Ayrıca kendisinin böyle bir şeyi asla yapmayacağını belirtti; ancak bütün çabasına rağmen, Kabil’i bu kararından vazgeçiremedi. Kabil, onu öldürmek için peşine düştü. Kendisinden korkarak dağların tepesine kaçan kardeşini, bir gün, koyunlarının başında uyurken yakaladı ve bir taşla başını ezerek öldürdü.

Onu Öldürdükten sonra, cesede ne yapılacağını bilemediği için öldürdüğü yerde olduğu gibi bırakmıştı. Cesedin etrafında yırtıcı kuşlar ve hayvanların dolaştığını görünce, parçalamala-nndan korkup cesedi sırtına aldı ve 40 gün boyunca oradan o-raya taşıdı. Hatta yüz sene taşıdığını bildiren rivayetler vardır. Bu müddet zarfında kuşlar ve yırtıcı hayvanlar cesedi yiyebilmek için onun etrafında dönüp-dolaştı.

Kabil’in daha önce beyaz olan teni, kardeşini öldürünce simsiyah kesildi. Babası Âdem, kardeşinin nerede olduğunu so­runca, onu tersledi ve kardeşinin çobanı olmadığını söyledi. Bu olaydan sonra yüz yıl daha yaşayan Âdem, bu bir asırlık uzun süreyi matem içinde geçirdi; hattâ  bir defa olsun gülmedi.

Bir rivayete göre de, kardeşini öldüren Kabil, babasından kaçarak Yemen’deki Aden’e gitmişti. Burada karşısına çıkan şey­tan, ona, Hâbil’in takdim ettiği kurbanın ateş tarafından yenile­rek kabul edilmesinin, onun ateşe tapmasına bağlı olduğunu, dolayısıyla arzusuna ulaşmak istiyorsa kendisinin de ateşe tap­ması gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Kabil, bir ateşgede yaptı ve ateşe tapmaya başladı. Böylece katillerin öncüsü olduğu gibi ateşe tapanların da öncüsü oldu.[83]

Kardeşini öldüren Kabil, geçtiği gibi, cesede ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Allah tarafından gönderilen iki kardeş karga, onun önünde dövüştüler ve biri diğerini öldürdü. Ardın­dan bir çukur eşti ve ölü kargayı oraya gömdü. Onu gören Kabil, kardeşinin cesedini defnetti. Başta söylediğimiz gibi, bu rivayet­lerin doğruluğu sabit değildir. Önemli bir kısmının hayal gücü­nün ürünü olduğu kesindir.[84]    

 
[1] Hz. Âdem’in İsminin geçtiği âyetler şunlardır: Bakara süresi, 2/31, 33, 34, 35, 37; Âl-i İmrân sûresi, 3/33,59; Mâide sûresi, 5/27; A’râf sûresi, 7/11, 19, 26, 27, 31, 35, 172; îsra sûresi, 17/61, 70; Kehf sûresi, 18/50; Meryem sûresi, 19/58; Tâhâ sûresi, 20/115, 116, 117, 120, 121; Yâsîn süresi, 36/60.

[2] Abdülvahhâb en-Neccâr, Kasasul-enbiyâ, Kahire 1934, s.13.

[3] A’râf sûresi, 7/26-27.

[4] A’râf sûresi, 7/31.

[5] Nisa süresi, 4/1.

[6] Zümer sûresi, 39/6.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 72-73.

[7] Al-i imrân sûresi, 3/59.

[8] Araf sûresi,  7/12;   İsra  sûresi,   17/61;   Mü’minun sûresi,   23/12;  Secde  sûresi,32/7; Sâd sûresi, 38/76.

[9] Saffât sûresi, 37/11.

[10] Mü’minun sûresi, 23/12.

[11] Hicr sûresi, 15/26, 33; Rahman sûresi, 55/14. Âdem’in süzme çamurdan yara­tıldığını bildiren âyette, onun neslinin yaratılışının safhaları ise şu şekilde açık­lanmıştır:

“Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir karar­gâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyİ alâka yaptık. Peşinden alâkayı bir küçük et parçası yaptık, bu bir çiğnemlik etten kemikler yarattık, kemiklere de et giydir­dik. Sonra onu başka bir yaratışla insan yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur!” Mü’minun sûresi, 23/12-14.

[12] Bu rivayet için bkz. Ebu Davud, Sünnet, 160; Tirmizî, Tefsir, 2/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 400, 406.

[13] Ebu Davud, Salât, 79; Tirmizî, Cum’a, 1; İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 79; Cenâiz, 65; Dârimî, Salât, 206.

Tevrat’a göre de,  İnsan,  diğer bütün varlıklardan  sonra, yaratılışın altıncı günü, yani Cuma günü yaratılmıştır (Tekvin, 1/1-2 ).

[14] Âdem’in yaratılışı hakkında toplu bilgi için bkz. Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, DÎA, I, 358-359.

[15] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 73-74.

[16] Buradaki halifelik veya vekillik, Merhum Elmalılı’mn ifadesiyle, asıl görevlinin geçici bir süre için görev mahallinden ayrılmasından veya herhangi bir sebeple âciz düşmesinden değil, sırf asılın vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunma­sından doğan bir görev idi {Hak Dini Kuran Dili, I, 259).

[17] Bakara sûresi, 2/30.

[18] Bakara sûresi, 2/31-33.

[19] îbn Haldun, el-Iber, Beyrut 1399/1979, II, 4 vd. Bu hususta bkz. Bolay, “Âdem! DİA, I, 359.

[20] Bkz. Taberi, Tefsir, I,  199-200; Kurtubî, el-Câmi’ H-ahkâmi’î-Kurân (Tefsir], (nşr. Ahmed Abdülâlim el-Berdûnî), Kahire 1373, I, 263-274; Zemahşerî, el-Keşşaf an-hakâiki’t-tenzil {Tefsir), Beyrut ts., I, 271; Abdülğanİyy er-Râhicî, Âdem (a.s.), Ka­hire ts., s. 63.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 75-78.

[21] Kehf sûresinin 50. âyetinde İblis hakkında şöyle denilmektedir:

“Hani biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin,’ demiştik, îblis hariç olmak üzere, onlar hemen secde ettiler. îblis, cinlerdendi; rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlan-nızdır. Zâlimler için bu ne fena bir değişmedir!”

İblis’in melek veya cin olduğu hakkında iki görüş mevcuttur. Müfessirlerden bâzıları, âyetteki istisnayı deül göstererek, îblis’in meleklerden olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer mûfessirler ise, buradaki İstisnanın “münkatı”‘ istisna oldu­ğunu, dolayısıyla, istisna edilen şeyin diğerlerinden farklı olması gerektiğini söy­leyerek İblis’in melek değil cin olduğu görüşünü savunmuşlardır. Hasen-i Basrî,

Katâde ve Zemahşerî bu görüştedirler. Bu görüşü tercih ettiğini söyleyen zama­nımız müfessirlerinden Sâbûnî, dayanak olarak şu delilleri getirmiştir:

1. “Onlar, Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmezler.” (Tahrim sûre­si, 66/6) mealindeki âyetten de anlaşıldığı gibi, melekler isyandan münezzehtir. Halbuki İblis, Allah’ın emrine karşı gelerek isyan etmiştir.

2. Melekler nurdan, İblis ise ateşten yaratılmıştır. Dolayısıyla yaratılışları da farklıdır.

3. Meleklerin zürriyeti yoktur. Halbuki, “Şimdi siz, beni bırakıp da onu (İblis’i) ve onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz?” (Kehf sûresi, 18/50) mealindeki âyette de ifâde edildiği gibi İblis’in zürriyeti vardır.

4. “İblis cinlerdendi. Rabbi’nin emrinden dışan çıktı.” (Kehf sûresi,   18/50) mealindeki  âyette,   îblis’in  cinlerden  olduğu  açık  bir  şekilde   İfâde   edilmiştir. Sâbûnî,   Allah’ın bu sözünün tek başına dahi, bu konuda hüccet ve delil olarak yeteceğini söyler [Safuetü’t-tefûsİr, trc. Sadreddin Gümüş-Nedim Yılmaz, İstanbul 1995, I, 89; en-Nübüuue, 120 vd.).

İblis’in melek olmadığını kabul etmek, meleklere verilen secde emrinin onu niçin ilgilendirdiği sorusunu akla getirmektedir. Neccâr, bu muhtemel soruya şöyle cevap vermiştir: “Bu sorunun cevabı, Allah’ın bu emri, Âdem’e ruh üfürül-düğü sırada orada hazır bulunanların tamamına vermiş olduğu şeklindedir. Ora­da bulunanların kahir ekseriyeti melek olduğu için, Allah, sâdece onları zikrede­rek, huzurunda bulunanların tamamını kastetmiştir. Dolayısıyla İblis de, melek

olmadığı halde, bu emrin muhatapları arasındadır [Kasasu’l-enbiyâ, 20-21).

[22] Bakara sûresi, 2/34. İlgili âyetlerde Allah’ın emri üzerine meleklerin derhal Âdem’e secde ettiklerinin bildirilmesine rağmen, bâzı tefsir ve tarih kitaplarında, Ibn Abbas’a atfen bunun zıddına bir rivayet nakledilmiştir. İlgili âyetlerle açık bir tezat teşkil eden, aynı zamanda İslâmın melek anlayışına da aykırı olan ve uy­durma olduğu açıkça anlaşılan bu rivayete göre, güya, secde emrini İlk olarak a-lan meleklerin tamamı, Allah’ın emrini dinlememişler ve bu yüzden yakılarak ce­zalandırılmışlardır. Secde emrinin muhatabı ikinci ve üçüncü grup melekler de, aynı şekilde Allah’ın emrine karşı gelmişler ve bu yüzden yakılmışlardır. Ancak dördüncü grup itaat ederek secdeye kapanmış, içlerinden yalnız İblis secdeden kaçınmıştır (Bu rivayetler için bkz., Taberi, Tefsir, XIV, 31, Taberî, tarihinde ise, (I, 44) üçüncü grubun secde ettiğini nakletmiştir).

[23] Hicr sûresi, 15/28-31.

[24] İblis’in bu secde anına kadar meleklerle birlikte bulunması, henüz nefsine ve duygularına dokunacak bir imtihana tâbi tutulmamış olmasıyla da izah edilmiş­tir. Buna göre, Önceden İblis’i ilgilendiren durumlar, ona verilen emirler veya ya­saklar onun İstek ve eğilimleri doğrultusunda gerçekleşmiş, bu yüzden onun nef­sine mî, yoksa Allah’a mı itaat ettiği hususu anlaşılmamıştır. Ne zaman ki, Allah Teâlâ, Âdem’i yaratmış, meleklere ve onlarla birlikte bulunan tbiis’e Âdem’e secde etmelerini emretmiş, işte bu İmtihan, tblis’in duygularına dokunmuş ve onun iç­yüzünü ortaya çıkarmıştır. Onun önceki itaatinin, ilâhî emir ile nefsinin emrinin çatışmamasına bağlı olduğu anlaşılmıştır. Buna göre, gerçekte tblis, önceden de, Allah’a değiİ kendi nefsine tapıyordu. Neye tapmakta olduğunu ortaya çıkaracak ilk imtihanında bunu açığa vurdu, kibri ve kıskançlığı yüzünden Allah’ın emrine itaatten kaçındı ve isyan etti.

Allah’tan kendisine Kıyâmet’e kadar süre tanımasını istemesinden, İblis’in, verilen emre isyanı sebebiyle küfre düşmekle birlikte, Allah’ı ve Kıyâmet’i inkâr etmediği anlaşılmaktadır.

Âdem’e secde emri, İblis’in/şeytanın içyüzünü ortaya koyan ve onu melekler­den ayırdeden bir imtihan olurken, insanları saptırmak hususundaki dileğinin kabul edilmesi ve Kıyamete kadar bırakılması da Hz. Âdem ve soyu hakkında bir imtihan olacaktır (Bu konuda bkz. Elmalıh, IV, 17-20 ).

[25] Isra sûresi, 17/61-65.

[26] Hicr sûresi, 15/33-43.

[27] A’râf sûresi, 7/11-18.

[28] Sâd sûresi, 38/71-85.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 78-83.

[29] Mevdûdî, Tefhim, II, 15.

[30] Isra süresi, 17/70.

[31] Tin sûresi, 95/4.

[32] A’râf suresi, 7/179.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 83-84.

[33] Nisa süresi, 4/1.

[34] A’raf sûresi, 7/189.

[35] Zümer süresi, 39/6.

[36] Buhâri, Nikah, 79-80; Müslim, Radâ, 65; Tirmİzî, Talâk, 12; İbn Mâce, Taharet, 77; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 228, 449. Bu konudaki hadislerden birinde Rasül-i Ekrem (a.s.), şöyle demiştir: “Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyo­rum;  vasiyetimi tutunuz. Zira kadınlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Bu kemiğin en eğri kısmı üst tarafıdır. Eğer sen eğri kemiği doğrultmaya çalışırsan onu kırarsın. Kendi haline bırakırsan öylece kalır ve o haliyle görevim yerine getirir. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi tutunuz.” (Buhâri, Enbiyâ, 1, Nikah, 80; Müslim, Radâ, 60).

islâm âlimlerinin ekseriyeti, bu hadise dayanarak, Havva’nın Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığını kabul etmişlerdir. Ancak, bâzı âlimler, bu hadi­sin, kadınların ruhî hassasiyetine ve hırçınlığına işaret eden mecazî bir ifade ola­bileceğine dikkat çekmişler ve Hz. Peygamber’in bu sözüyle, kadının yaratılışına dair biyolojik bilgi vermekten ziyâde, kadınlarla nasıl geçinmek gerektiğini anlat­tığını düşünmüşlerdir (Bkz. Riyazü’s-sâlihîn Tere.(açıklamalar), II, 318; Harman, Havva”, DİA, XVI, 544; Muhammed  Vasfı, el-rtibaâtü’z-zemenî vel-‘akâidî bey-nel-enbiyû ve’r-rusül, Beyrut 1418/ 1997, s. 24).

[37] Bu rivayetler için bkz. Tekvin, 2/18-23; 3/20; Taberî, Tefsir, I, 229/230; Tarih, I, 52-53; Salebi, Amisü’-l nıecâlis, Beyrut 1405/1985, s.29.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 84-85.

[38] Mevdûdî, Tefhim, I, 65.

[39] Bakara, 2/35.

[40] Tâhâ sûresi, 20/117-119.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 85-86.

[41] A’raf, 7/20-21.

[42] Tâhâ süresi, 20/120.

[43] Tevrat’a göre ise, önceden kapalı olan gözleri isyanları yüzünden açılınca çıplak olduklarım görürler ve incir yaprağıyla avret yerlerini örtmeye çalışırlar (Tekvin, 2/7).

[44] A’râf sûresi, 7/22.

[45] Tâhâ sûresi, 20/120-121.

[46] Ancak, bâzı hadis kaynaklarında, “Şayet Havva Adem’e hıyanet etmeseydi (şey­tana kamp kocasına bu yasağı işlemeye ikna etmeseydi), kadınlar, asîâ kocalarına hainlik etmezler,  onları  benzen hatalara sürüklemezlerdi, “anlamında  bir hadis

nakledilmiş bulunmaktadır (Bkz. Buhâri, Enbiyâ,  1, 25; Müslim, Radâ,  62-63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 304, 315, 349).

Hadis yorumcuları, Peygamberimiz’in, bu sözüyle, Havva’nın ilk günahtaki rolünü kastettiğini düşünmüşlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, kanâatini şöyle ifâde etmiştir: “Havva, şeytanın kendisine şirin gösterdiği şeyi kabul etmiş ve kendisi de bunu Âdem’e şirin göstermiştir. İşte hadisteki hıyanetin anlamı budur.” [Fethul-bdri (Hatîb), VI, 424). Bu ve benzeri yorumlara göre bu hadis, Hz. Havva’nın şah­sında kadınların daha kolay ikna edilebildiğini gösterdiği gibi, -yaygın görüşe gö­re o sırada henüz peygamberlik görevi verilmemiş olsa da- Yüce Allah’ın peygam­berlik mertebesine lâyık gördüğü Âdem’in şahsında erkeklerin de kandmlabıldi-ğini ortaya koymaktadır. Buna İlâve olarak, onun kandırılmasında asıl olan şey­tanın vesvesesinin yanında hanımının teşviklerinin de etkili olduğuna işaret et­mektedir. Dolayısıyla, bu hadisi, Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki Havva’yı ayartı­cı ve baştan çıkarıcı bir varlık olarak gösteren ve onun şahsında kadını aşağıla­yan rivayetlerin bir yansıması olarak görmeye gerek yoktur. Böyle olmakla birlik­te, zamanımız âlimlerinden bâzıları, hadis olarak nakledilen bu sözün, îslâmî an­layışa ters düştüğünü ve asla Rasülullah’a ait olamayacağını ileri sürerek, onun Tevrat’tan nakledildiğini iddia etmişlerdir (Muhammed  Gazâlî, Fakihlere ve Muhaddislere göre Nebevi Sünnet, trc. Ali Özek, İstanbul 1992, s. 280-281, 286).

Mevdûdî de, Kurân-ı Kerim’de şeytanın bir yerde Âdem’e, iki yerde de İkisine birlikte vesvese verdiğinin bildirilmiş olmasını, Tevrat’ta geçen şeytanın önce Havva’yı kandırdığı, sonra da onun vasıtasıyla Âdem’i yoldan çıkardığı şeklindeki rivayetin yanlışlığını ortaya koyduğunu ve iki kutsal kitap arasındaki bu farkın aynı zamanda iki din mensuplarının kadına bakışını, yâni Yahudiliğin kadını a-şağüamasına karşılık, îslâmın kadına büyük değer verdiğini gösterdiğini söyle­miştir [Tefhim, II, 21).

Tefsir, kısas-ı enbiyâ ve tarih kitaplarında, Kuran ve hadislerde bulunmayan pek çok rivayet yer almaktadır. Bu rivayetlerin neredeyse tamamında, şeytanın önce Havvây kandırdığı, onun vasıtasıyla da Âdem’i yoldan çıkardığı belirtilmek­te ve onları nasıl tuzağa düşürdüğü farklı şekillerde anlatılmaktadır. Kaynağı bü­yük Ölçüde İsrâiliyyât olan bu rivayetlerin bir kısmı İçin bkz. Aydemir, Peygam­berler, 27-29.

[47] Harman, “Havva”, DÎA, XVI, 545.

[48] Yuhannanın Vahyi, 12/9.

[49] Tekvin, 3/1-6, 17. islâmî kaynaklar, gerek Tevrat’tan gerekse Ehl-i Kitab’m elin­deki diğer metinlerden, bu hususta pek çok rivayet daha aktarmışlardır. Bu riva­yetlere göre, Cennetten kovulmuş olan şeytan, Cennetteki Âdem ve Havvâ^a ves­vese vermek için bir yılan şeklinde veya bir yılan aracılığıyla, yılanın karnına veya ağzına girerek ya da başka bir hayvan suretinde bekçilere hissettirmeden Cenne­te sokulmuştur (Bu rivayetlerin geçtiği yerler hakkında bkz. Aydemir, Peygamber­ler, 24, Dn. 22-28).

Müfessirlerin ekseriyeti bu tür rivayetleri uygun görmemişler, bu konuda başlıca üç ihtimal üzerinde durmuşlardır: Bâzı müfessirlere göre, şeytan, Yüce Allah’ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, yerden göğe veya Cennete vesvese ulaştıra­bilmiştir. Hasen-i Basri bu görüştedir. Diğer bazıları İse, Âdem ile Havva’nın ba­zen Cennetin kapısına yakın geldiklerini, dışarıdan onları gözeten İbÜs’in, tam bu esnada yakınlarına giderek ikisine vesvese verdiğini ileri sürmüşlerdir. Âdem ile Havva’nın konulduğu Cennetin yeryüzünde olduğu kanaatinde olan müfessirler için İse böyle bir meselenin söz konusu olmayacağı açıktır (Bu görüşler için bkz. Elmalılı, IV, 24-25).

[50] Tâhâ süresi, 20/120.

[51] A’râf süresi, 7/20.

[52] İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1405; I, 80.

[53] Bu  rivayetler  hakkında  bkz.   Abdullah  Aydemir,   Tefsir’de Isrâüiyyât,   Ankara 1979, s.256-257; Peygamberler, 25-26.

[54] Elmalılı, i, 276.

[55] Tâhâ süresi, 20/121.

[56] Tekvin, 3/7.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 86-91.

[57] Elmahlı, I, 275.

[58] Hicr suresi, 15/48.

[59] Bu konuda bkz. Bolay, agm., 36 vd. ; Talât Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1984, I, 96; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1988, I, 146-147; Muhammed  Vasfı, 26-32.

[60] Tekvin, 2/9-17.

[61] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 91-93.

[62] Ehl-İ Sünnet âlimlerinin ekseriyeti, Âdem İle Havva’nın işlediği suçun bir günah olduğunu, yani o İkisinin kendileri için konulan yasağı çiğneyerek ilâhî emre kar­şı geldiklerini ve bu yüzden âsi olduklarını kabul etmişlerdir. Ancak, bâzıları, Tâhâ sûresinin 115. âyetinde geçen “Andolsun ki biz, daha önce Âdem’e emir vermiştik; ancak o, unuttu ve biz onu azimli bulmadık.” mealindeki ifadeye daya­narak, Âdem’in yasak ağaca kasıt olmaksızın unutup dalgınlıkla yaklaştığını be­lirtmişlerdir. Ayrıca Müslüman âlimlere göre bu hadise, Âdem’in Cennette bulun­duğu sırada, henüz peygamber olarak görevlendirilmesinden önce yaşanmıştır. Onun kasıtsız olarak işlediği bu hatâ, tevbe etmesi üzerine Allah tarafından ba­ğışlanmış, yeryüzüne indirilmesinden bir süre sonra da kendisine peygamberlik verilmiştir (İslam âlimlerinin bu konudaki görüşleri için bkz. Bolay, agm., 362).

Âdem ile Havva’nın başından geçenler, hata, pişmanlık, tevbe, tevbenin Allah tarafından kabulü ve affedilme merhaleleri bakımından insanlık tarihinin bir hü­lasası gibidir. Ancak Hıristiyanlar, bunlardan çok farklı bir netice çıkarmışlardır. Onlara göre, Hz. Âdem, yasak ağacın meyvesinden yemekle büyük bir günah iş­lemiş ve bu yüzden Allah’ın gazabına uğramıştır. Onun bu günahı Kıyamete ka­dar doğacak her çocuğa geçer. Dolayısıyla Hıristiyanlar, yeni doğan çocukların bu aslî günahtan temizlenerek kurtulmasının ancak vaftiz edüme ile mümkün oldu­ğuna inanırlar ve bu sebepie çocuklarını vaftiz ederler.

fnciller’de  belirtildiğine göre insanlık,  İsa’nın  (a.s.)  gelişine kadar Âdem’in işlediği bu günahın vebalini taşımıştır. İsa, beşeriyeti bu günahtan kurtarmak i-çin gönderilmiş ve çarmıha gerilerek kanı ve canıyla bu günahın kefaretini öde­miştir (Bkz. Okiç-Cerrahoğlu, Tefsir, 1, 102).

[63] A’raf sûresi, 7/23.

[64] Bakara sûresi, 2/37.

[65] Â]-i İmran sûresi, 7/24-25.

[66] Bakara, 2/36-39.

[67] Tâhâ sûresi, 20/123-124.

[68] Tefhim, I, 67.

[69] Bu haberler İçin bkz. Taberî, Tarih, I, 60; Sa’lebî, 20 -21; İbnül-Esir, el-Kâmilfi’t-târîh, (nşr. Tornberg), I, 36-37; Aydemir, Peygamberler, 30-31.

[70] İbn Kesir, Tefsir, IV, 374. Taberî de, bu rivayetlerde anlatılanları ispat edecek delillerin bulunmadığım söylemiştir [Tarih, I, 60).

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 93-96.

[71] Bakara sûresi, 2/37.

[72] Bakara süresi, 2/33, 35; A’raf sûresi, 7/19; Tâhâ sûresi, 20/117.

[73] Bakara sûresi, 2/37; Taha süresi, 20/122.

[74] Âl-i İmran sûresi, 3/33-34.

[75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 178, 179, 265; Taberi, Tarih, I, 75.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 96.

[76] Nisa sûresi, 4/1.

[77] Salebi, 43.

[78] Elmalılı, I, 279-280.

[79] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 97-98.

[80] Bâzı müfessirler, rivayetlerde Hâbil ve Kabil isimlerini taşıyan bu iki kardeşin, İsrâiloğullari’ndan İki şahıs olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. Hasen-İ Basrî’ye dayandırılan bu rivayete göre, yeryüzünde ilk ölen insan Hz. Âdem’dir

Ancak bu görüş, çok zayıf bir görüş olarak kalmıştır. Âyetlerin böyle anlaşıl­ması neredeyse imkânsız görülmüştür. Çünkü hadislerde Âdem’in iki oğlu ara­sında yaşanan bu olayın aynı zamanda ilk öldürme fiili olduğu belirtilmiştir. Yer­yüzünde ilk öldürme olayının, İsrailoğulları’ndan çok önce meydana geldiği de tartışılmaz bir gerçektir (bu konuda bkz. Taberi, Tarih, 1,72; İbnül-Esir, I, 45; Reşid Rıza, Menar, VI, 342; Aydemir, Peygamberler, 40).

[81] Mâİde sûresi, 5/27-31.

[82] Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 83.

[83] Taberî, Tarih, I, 82.

[84] Hâbil -Kabil kıssası hakkında nakledilen bu Isrâilî haberlerin geniş bir özeti ve değerlendirilmesi için bkz. Aydemir, Peygamberler, 37-41.

Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 98-102.

Peygamberler Tarihi” üzerinde 2 yorum

  • Peygamberimizin Mucizeleri, Üstün Kişiliği, Seçkin Şahsiyeti
    Peygamberimizin (s.a.s) pek çok mucizesi bulunmaktadır. Bunların binlercesi ilgili kitaplarda, genellikle hadis ve siyer kitaplarında söz konusu edilir: Eliyle ayı ikiye bölmesi, ölen çocukları diriltmesi, ağaçların kökleriyle birlikte yanlarına gelip peygamberliğini onaylaması, bir sıkıntılı günde elinden su akıtıp bütün bir orduya su içirmesi, az bir sütün ve yemeğin bereketlenip çoğalarak büyük bir kalabalığa yetmesi, elindeki çakıl taşlarının kelime-i tevhit zikrini getirmesi ve peygamberliğini onaylaması v.b.

    Bu tür mucizelere tanık olanlar, Müslüman değillerse Müslüman oldular. Müslümanlarsa iman dereceleri arttı. Bazıları için bu mucizelerin hiçbir anlamı olmadı. Onlar, bunları birer sihir olarak kabul edip peygamberimizi (s.a.s) büyücülükle itham ettiler. Ona inanmadılar.

    Peygamberimizin (s.a.s) mucizelerini kitaplardan okuyan bugünkü çağdaş insanın tepkisi nasıl olmaktadır? Elbette bu mucizeler, Müslümanların iman derecesini eskiden olduğu gibi yine artırmaktadır. Müslüman olmayanları ise pek hidayete getirmemektedir. Çünkü mucizeler kendi gözleri önünde cereyan etmemiştir. Sahabeler kanalıyla anlatılmaktadır. Her ne kadar aynı mucize birden fazla güvenilir sahabe tarafından dile getirilip farklı yollarla rivayet edilse de yani hadis hem sahih hem de mütevatir olsa da bu tür kişileri yine etkileyememektedir. Onlar, bunların yalan ve gerçek dışı olduğunu söyleyebilmektedirler.

    Bir tarihi belge bu tür niteliklere sahip olsa, acaba peygambere karşı inkârcı bir tavır sergileyenlerin tepkileri nasıl olacaktır? Yani belge birden fazla güvenilir kişinin tanıklığına sahip olsa yine de buna güvenmeyecekler mi? O zaman böyle bir belge, bu tür insanların aklına bu insanlar bir yalanı aynı sözlerle müdafaa etmek için biraya gelmişler diye bir kuşku mu getirecektir? Peki, bir mahkemede güvenilir kişiler olayı aynı veya benzer ifadelerle anlatırsa yine bu tür kişiler buna kuşku ile bakabilirler mi? Tarih ilmi ve mahkeme heyeti bu tür tanık ve belgelere değer verip onlara dayanarak hüküm vermektedirler. Gerek tarih bir bilim olarak gerekse mahkeme kararları sosyal ve hukuki bir olgu olarak güvenirliğini ve doğruluğunu bu sayede korumaktadırlar. Birden fazla tanık ve belge, güvenirliği ve doğruluğu artırmaktadır. Akıl ve sağduyu birden fazla tanık ve belgeye sahip bir tarihi hükmü ve mahkeme kararını aksi ispatlanmadığı müddetçe doğru ve güvenilir kabul eder.

    Bir Müslüman’ın durup durduğu yerde yalan konuşmayacağı apaçıktır. Ortada onu yalan konuşmaya zorlayan bir şey olmadığı zaman bir Müslüman’ın yalan söylediğini farz etmek büyük bir suizandır, günahtır. Müslümanların yalanı müdafaa için biraya gelmeleri, görmedikleri bir şeyi aynı ifadelerle anlatıp bunları gözümüzle gördük, bunlara tanık olduk demeleri ise asla mümkün değildir. Çünkü yalan söylemek büyük bir günahtır. Müslümanların böyle bir amaçla biraya gelmeleri ise katmerli bir günahtır. Ayrıca böyle bir şeyin İslam tarihi boyunca misli benzeri de görülmemiştir. Her şeyden önce böyle bir şey İslam ahlakına aykırıdır. Bunu belki bir kişi, yani bir münafık çok zorlanarak yapabilir ama Müslümanlığı ve güvenirliği bilinen iki ve daha ziyade kişinin böyle bir yola birlikte başvurmaları mümkün değildir.

    Tabii yine de peygambere (s.a.s) kuşku ile bakan bir kişiye siyer veya hadis kitaplarında ifade edilen mucizeler bir anlam ifade etmeyebilir. Onlara bunlar yalan sözler gibi tesir edebilir. Eski inkârcılar, yani peygamberin mucizelerine bizzat tanık olanlar, bunları sihir olarak değerlendirirken yenileri ise bunlara Müslümanların, dolayısıyla sahabelerin yalan sözleri olarak bakabilirler.

    Bizim dikkatimizi çeken husus, peygamberleri ve kutsal kitapları inkâr eden kişiler değil de Kuran-ı Kerim’e inandığını söyleyip de peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerini inkâr eden veya hafife alan kişilerdir. Bunlar genellikle hak mezheplere de dil uzatmaktadırlar. Ben bunların peygamberimizin (s.a.s) mucizelerine de inandıklarını sanmıyorum. Peygamberimiz (s.a.s) devrinde yaşasalardı, bunlara sihir diyeceklerini düşünüyorum.

    Hâlbuki bu tür hem sahih hem de mütevatir niteliklere sahip hadisleri inkâr etmek, Kuran-ı Kerim’i inkâr etmekle eşanlamlıdır. Nitekim ehl-i sünnet alimleri bu görüştedir. Zira Kuran-ı Kerim de bu yolla yani güvenilir sahabelerin sözlü ifadeleriyle ve yazılı belgeleriyle sonradan, yani peygamberimizin (s.a.s) ölümünden sonra Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde, yazıya geçirilmiştir. Daha doğrusu kitap haline getirilmiştir. Kaderin garip bir cilvesi ve hikmetidir ki, kitaba iman sahabelerin güvenirliği ile tescillenmiştir. Allah (c.c.), indirdiği kitaba imanı sahabelerin tanıklığını da koymuştur. Hiçbir şey tesadüf değildir. Her şeyin altında mutlaka bir hikmet vardır. Bu durum da bir gerçeği bizlere ders olarak vermekte, tevatürlü nitelikteki hadislerin önemini düşündürmektedir. Bana yalnız Kuran-ı Kerim yeter, hiçbir hadis-i şerifin doğruluğuna inanmıyorum, onlarla amel etmeyeceğim, mezhepleri tanımıyorum diyenlerin aslında Kuran-ı Kerim’e de inanmadıklarını, daha doğrusu bu düşünce yoluyla asla inanamayacakları ortaya çıkmaktadır.

    Yüce Allah (c.c.) sahabelere ne büyük bir derece vermiş?.. Kim sahabelerin bütününe kuşku ile bakarsa iman onlardan alınmaktadır. Zira bu tür kişilerin kitaba imanı sağlam bir temele dayanamamaktadır. Allah (c.c.), bizleri bu tür şeylerden muhafaza buyursun. Âmin.

    Bugün çağdaş insan için peygamberin doğruluğuna, ispatına delil olan şeyler farklılaşmıştır. Eski zamanlarda doğaüstü nitelikteki olaylar, yani mucizeler insanları imana getiriyordu. Bugün kıymet hükümleri değişmiştir. Çağdaş insan en çok kişiliğe değer vermektedir. Bir insanın üstünlüğünü, büyüklüğünü kişiliğinde gördüğü faziletlere göre değerlendirmektedir.

    Ben şahsen peygamberimiz (k.s) ile ilgili anlatılan şu hadiseye mucizelerden daha çok değer vermekteyim. Çünkü burada peygamberimizin (s.a.s) üstün kişiliği konu alınmaktadır: Hz. Enes Bin Malik (r.a) peygamberimizin hizmetine küçük yaşlarda, takriben on yaşlarında iken annesi tarafından verilmiştir. O, şöyle diyor: ‘ Ben peygamberimize (s.a.s) on yıl hizmet ettim. Peygamberimiz (s.a.s) bir kere de olsa yaptığım bir işe bu işi niçin böyle yaptın veya yapmadığım bir iş için de niçin yapmadın demedi.’

    Düşünün, kendi çocuklarımıza bile günde kaç kere kızıyoruz, öfkeleniyoruz. Dahası bazılarımız hakaret edip dayak bile atıyorlar.

    Bir küçük çocuğun kuşkusuz her gün pek çok hataları, kusurları olur. Kaldı ki Hz. Enes (r.a) peygamberimize on yaşından itibaren (s.a.s) on yıl hizmet ettiğine göre bu çocukluk çağı gençlik dönemine kadar uzanmaktadır. Bu uzun süreç boyunca elbette binlerce hata, kusur söz konu olmuştur. Peygamberimizin de bunlara kızmaması, öfkelenmemesi mümkün değildir. Çünkü o da bizim gibi bir insandır. Kim bilir belki de şu hadis-i şerifi böyle Hz. Enes’in yaptığı bir hata veya kusur söz konusu olunca söylenmişti: ‘Hz. Peygamber (s.a.s) bir gün etrafındaki sahabelere ‘Size göre pehlivan kimdir?’ diye sordu. Sahabeler, ‘Pehlivan sırtı yere gelmeyendir.’ dediler. Peygamberimiz, ‘Hayır, gerçek pehlivan kızdığı anda kendisine hâkim olan kimsedir.’ buyurdular.

    Elbette peygamberimizin (s.a.s) hizmetinde olan bir çocuğa veya gence hataları ve kusurları olduğunda kızmaması, öfkelenmemesi mümkün değildi. Çünkü peygamberimizin de bizler gibi beşeri bir yönü bulunmaktadır. Ama o bu öfkesini tıpkı yukarıdaki hadis-i şerifte ifade edildiği üzere yeniyordu. Onu kendisiyle güreşen bir rakip olarak görüyor ve alt ediyordu. Dışarıya çıkarmıyordu.

    Bu öfke ve kızgınlıktan dışarıya hiçbir şey sızmıyor muydu? Örneğin çehresinde bir kırmızılık, gözlerinde ve bakışlarında bir sertlik sezilmiyor muydu? Peygamberimizin öfkeli halini bu şekilde, yani vücut dilinde ortaya çıktığını ifade eden pek çok hadis-i şerif vardır. Elbette bunlar insanın elinde olmadan meydana gelen şeylerdir. Bunların karşı tarafa zarar veren bir yanları da yoktur. Bilakis faydalıdırlar. Hz. Enes (r.a) peygamberimizin öfkesini böyle vücut dilinde algıladığı için bana bir kez olsun ‘açıktan kızmadı’ diye anlatmak istemektedir.

    İşte insan ilişkilerinde aslında çok zararlı ve yıkıcı etkisi olan öfke ve kızgınlık, böyle iç dünyada hazmedildiği, dışarıya vurulmadığı zaman karşı tarafa daha etkili bir mesaja dönüşebilmektedir. Öfke ve kızgınlıkla verilen mesajlar genellikle yerini bulmaz. Karşı taraftaki kişi veya kişilerde olumsuz anlamlara dönüşebilir. İlişkileri ve iletişimi baltalayabilir. Ruhsal dünyada yıkıcı ve tahrip edici etkilerde bulunabilir. Ama öfke ve kızgınlık iç dünyada hazmedilip yüzdeki ifadelerle, gözdeki ve bakıştaki anlamlarla kendisini gösterdiğinde çok manidar etkilerde bulunur. İnsani ölçülere ulaşır. Gerekli mesajları insanlara ulaştırır. Yapıcı ve üretken bir özelliğe sahip olur. Kimsenin de kalbini kırmaz.

    Peygamberimiz (s.a.s) nefsine çok hâkimdi. Nefisle savaşı ‘büyük cihat’ diye adlandırmıştı. Onun yakın çevresindeki ve hizmetine bakan kişilere kızgınlığını ve öfkesini hiç göstermemesi büyük bir fazilet olarak dikkati çekmektedir. Bu, hiçbir insanın ulaşamayacağı yüce bir ahlaktır.

    Peygamberimizin (s.a.s) bu yüce ahlakına işaret eden bir başka olay, önce kölesi, sonra evlatlığı olan Hz. Zeyd (r.a) ile ilgilidir. Hz. Zeyd (r.a) küçükken köle olması için ailesinden kaçırılıp satılan birisidir. Onu önce peygamberimizin eşi Hz. Hatice (r.aha) satın aldı ve peygamberimize (s.a.s) hediye etti. Peygamberimiz (s.a.s) yüce ahlakı ile Hz. Zeyd’i adeta büyülemişti. Daha sonraları Hz. Zeyd’i araştırmakta olan anne ve babası onu buldular. Peygamberimizden onu geri satın almak istediler. Peygamberimiz (s.a.s) Zeyd’i kendi yanında kalmak ile ailesine gitmek yönünde serbest bıraktı. Zeyd hür iradesiyle peygamberimizi (s.a.s) seçti. Bir çocuğun ailesi yerine bir yabancıyı tercih etmesinin elbette düşündürücü nedenleri vardır. Bunda şüphesiz en büyük rol, peygamberimizin (s.a.s) Hz. Zeyd’i (r.a) büyüleyen yüce ahlakıdır. Belki de ona hiç öfkelenmemesi ve kızmaması Hz. Zeyd’i (r.a) peygamberimize (s.a.s) manevi bir bağla bağlamıştı.

    Peygamberimizin (s.a.s) öfkesini ve kızgınlığını yenmesi faziletlerinden sadece birisidir, yani deryada damla misali biz yalnız onu seçtik. Bu küçük yazıda ise sadece onun üzerinde kısaca durabildik.

    Sahabelerin imana gelmeleri genellikle iki kaynaktan oluyordu. Bir kısmı Kuran-ı Kerim’deki sure ve ayetlerin büyüsüne kapılıp hak yola geliyordu. Örneğin Hz. Ömer (r.a) bu kesime girer. O kızgınlık ve öfke ile peygamberimizi (s.a.s) katletmek üzere evinden çıktıktan sonra kız kardeşinin evinde okunan Kuran-ı Kerim ayetleri ile sakinleşip hidayet bulmuştu. Sahabelerin diğer büyük bölümü ise peygamberimizi (s.a.s) görünce hidayete geliyorlardı. Onun nurlu siması herkesi büyülüyordu. Pek çok kişiyi imana getiriyordu. Onun yüce ahlakını tanıdıkça ve anladıkça bu imanları derinleşiyor, yakinleşiyordu.

    Bugün Kuran-ı Kerim ortadır. Mealleri ve tefsirleri ile yine pek çok kişinin hidayetine ve irşadına vesile olmaktadır.

    Peygamberimizin (s.a.s) maddi vücudu her beşer gibi ölmüştür. Ama manevi olarak yani ruhsal hayatları diridirler.

    Peygamberimizin (s.a.s) hidayet ve irşat vazifesini gerçek anlamda ondan sonra Rabbani âlimler yüklenmiştir. Bunlar sadece İslami bilgileri bilmezler. Aynı zamanda bildikleri ile amel eden kimselerdir. Bunlara mürşid-i kâmil de denir. Mürşid-i kâmiller nur sahibi olma yanında ruhları olgunlaşıp başka olgun ruhlardan, velilerin ve peygamberlerin ruhlarından feyz alan kişilerdir. Nefisleri Allah’ın (c.c.) ve peygamberin (s.a.s) ahlakıyla güzelleşmiştir. Bu bakımdan çok etkili tebliğ ve irşat vazifesinde bulunurlar.

    Onların tebliğ ve irşat vazifeleri genellikle sohbetlerle olmaz. Ruhları ile olur. Halleri ile yanlarına gelenleri etkilerler. Bakışları ile insanlara haller bağışlarlar. Bütün bunların nedeni peygambere (s.a.s) varis olmalarıdır. Onlar peygamberin (s.a.s) ilim ve ahlak yönü ile varisleridirler.

    İnsanlar, Kuran-ı Kerimi, onun mealini ve tefsirini okuma yolu ile ancak taklidi bir imana sahip olabilirler. Bu iman hadiselerle ve vesveselerle az çok zedelenebilir. Kuşkularla boğuşabilir. Ama mürşid-i kâmile bağlanma yolu ile tahkiki imana erişilebilir. Bu imanla kişi olgunlaştığında inanılan pek çok şeyin gerçekliğini kalp gözü ile bizzat görüp yaşayabilir. Örneğin Kuran-ı Kerim’in aslı nurdur. Bu yönü ile kalp gözüyle algılandığında ona iman tahkiki düzeye erer. Bunun gibi öldükten sonra insana ayan olacak pek çok şey, tasavvuf yolunda erişilen makam ve mertebelerle kalp gözü ile görülür hale gelir.

    Yüce Allah (c.c.) bizlere hidayet ve irşat nasip eylesin. Âmin.
    Muhsin İyi

    Peygamberimizin Mucizeleri, Üstün Kişiliği, Seçkin Şahsiyeti
    Peygamberimizin (s.a.s) pek çok mucizesi bulunmaktadır. Bunların binlercesi ilgili kitaplarda, genellikle hadis ve siyer kitaplarında söz konusu edilir: Eliyle ayı ikiye bölmesi, ölen çocukları diriltmesi, ağaçların kökleriyle birlikte yanlarına gelip peygamberliğini onaylaması, bir sıkıntılı günde elinden su akıtıp bütün bir orduya su içirmesi, az bir sütün ve yemeğin bereketlenip çoğalarak büyük bir kalabalığa yetmesi, elindeki çakıl taşlarının kelime-i tevhit zikrini getirmesi ve peygamberliğini onaylaması v.b.

    Bu tür mucizelere tanık olanlar, Müslüman değillerse Müslüman oldular. Müslümanlarsa iman dereceleri arttı. Bazıları için bu mucizelerin hiçbir anlamı olmadı. Onlar, bunları birer sihir olarak kabul edip peygamberimizi (s.a.s) büyücülükle itham ettiler. Ona inanmadılar.

    Peygamberimizin (s.a.s) mucizelerini kitaplardan okuyan bugünkü çağdaş insanın tepkisi nasıl olmaktadır? Elbette bu mucizeler, Müslümanların iman derecesini eskiden olduğu gibi yine artırmaktadır. Müslüman olmayanları ise pek hidayete getirmemektedir. Çünkü mucizeler kendi gözleri önünde cereyan etmemiştir. Sahabeler kanalıyla anlatılmaktadır. Her ne kadar aynı mucize birden fazla güvenilir sahabe tarafından dile getirilip farklı yollarla rivayet edilse de yani hadis hem sahih hem de mütevatir olsa da bu tür kişileri yine etkileyememektedir. Onlar, bunların yalan ve gerçek dışı olduğunu söyleyebilmektedirler.

    Bir tarihi belge bu tür niteliklere sahip olsa, acaba peygambere karşı inkârcı bir tavır sergileyenlerin tepkileri nasıl olacaktır? Yani belge birden fazla güvenilir kişinin tanıklığına sahip olsa yine de buna güvenmeyecekler mi? O zaman böyle bir belge, bu tür insanların aklına bu insanlar bir yalanı aynı sözlerle müdafaa etmek için biraya gelmişler diye bir kuşku mu getirecektir? Peki, bir mahkemede güvenilir kişiler olayı aynı veya benzer ifadelerle anlatırsa yine bu tür kişiler buna kuşku ile bakabilirler mi? Tarih ilmi ve mahkeme heyeti bu tür tanık ve belgelere değer verip onlara dayanarak hüküm vermektedirler. Gerek tarih bir bilim olarak gerekse mahkeme kararları sosyal ve hukuki bir olgu olarak güvenirliğini ve doğruluğunu bu sayede korumaktadırlar. Birden fazla tanık ve belge, güvenirliği ve doğruluğu artırmaktadır. Akıl ve sağduyu birden fazla tanık ve belgeye sahip bir tarihi hükmü ve mahkeme kararını aksi ispatlanmadığı müddetçe doğru ve güvenilir kabul eder.

    Bir Müslüman’ın durup durduğu yerde yalan konuşmayacağı apaçıktır. Ortada onu yalan konuşmaya zorlayan bir şey olmadığı zaman bir Müslüman’ın yalan söylediğini farz etmek büyük bir suizandır, günahtır. Müslümanların yalanı müdafaa için biraya gelmeleri, görmedikleri bir şeyi aynı ifadelerle anlatıp bunları gözümüzle gördük, bunlara tanık olduk demeleri ise asla mümkün değildir. Çünkü yalan söylemek büyük bir günahtır. Müslümanların böyle bir amaçla biraya gelmeleri ise katmerli bir günahtır. Ayrıca böyle bir şeyin İslam tarihi boyunca misli benzeri de görülmemiştir. Her şeyden önce böyle bir şey İslam ahlakına aykırıdır. Bunu belki bir kişi, yani bir münafık çok zorlanarak yapabilir ama Müslümanlığı ve güvenirliği bilinen iki ve daha ziyade kişinin böyle bir yola birlikte başvurmaları mümkün değildir.

    Tabii yine de peygambere (s.a.s) kuşku ile bakan bir kişiye siyer veya hadis kitaplarında ifade edilen mucizeler bir anlam ifade etmeyebilir. Onlara bunlar yalan sözler gibi tesir edebilir. Eski inkârcılar, yani peygamberin mucizelerine bizzat tanık olanlar, bunları sihir olarak değerlendirirken yenileri ise bunlara Müslümanların, dolayısıyla sahabelerin yalan sözleri olarak bakabilirler.

    Bizim dikkatimizi çeken husus, peygamberleri ve kutsal kitapları inkâr eden kişiler değil de Kuran-ı Kerim’e inandığını söyleyip de peygamberimizin (s.a.s) hadis-i şeriflerini inkâr eden veya hafife alan kişilerdir. Bunlar genellikle hak mezheplere de dil uzatmaktadırlar. Ben bunların peygamberimizin (s.a.s) mucizelerine de inandıklarını sanmıyorum. Peygamberimiz (s.a.s) devrinde yaşasalardı, bunlara sihir diyeceklerini düşünüyorum.

    Hâlbuki bu tür hem sahih hem de mütevatir niteliklere sahip hadisleri inkâr etmek, Kuran-ı Kerim’i inkâr etmekle eşanlamlıdır. Nitekim ehl-i sünnet alimleri bu görüştedir. Zira Kuran-ı Kerim de bu yolla yani güvenilir sahabelerin sözlü ifadeleriyle ve yazılı belgeleriyle sonradan, yani peygamberimizin (s.a.s) ölümünden sonra Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde, yazıya geçirilmiştir. Daha doğrusu kitap haline getirilmiştir. Kaderin garip bir cilvesi ve hikmetidir ki, kitaba iman sahabelerin güvenirliği ile tescillenmiştir. Allah (c.c.), indirdiği kitaba imanı sahabelerin tanıklığını da koymuştur. Hiçbir şey tesadüf değildir. Her şeyin altında mutlaka bir hikmet vardır. Bu durum da bir gerçeği bizlere ders olarak vermekte, tevatürlü nitelikteki hadislerin önemini düşündürmektedir. Bana yalnız Kuran-ı Kerim yeter, hiçbir hadis-i şerifin doğruluğuna inanmıyorum, onlarla amel etmeyeceğim, mezhepleri tanımıyorum diyenlerin aslında Kuran-ı Kerim’e de inanmadıklarını, daha doğrusu bu düşünce yoluyla asla inanamayacakları ortaya çıkmaktadır.

    Yüce Allah (c.c.) sahabelere ne büyük bir derece vermiş?.. Kim sahabelerin bütününe kuşku ile bakarsa iman onlardan alınmaktadır. Zira bu tür kişilerin kitaba imanı sağlam bir temele dayanamamaktadır. Allah (c.c.), bizleri bu tür şeylerden muhafaza buyursun. Âmin.

    Bugün çağdaş insan için peygamberin doğruluğuna, ispatına delil olan şeyler farklılaşmıştır. Eski zamanlarda doğaüstü nitelikteki olaylar, yani mucizeler insanları imana getiriyordu. Bugün kıymet hükümleri değişmiştir. Çağdaş insan en çok kişiliğe değer vermektedir. Bir insanın üstünlüğünü, büyüklüğünü kişiliğinde gördüğü faziletlere göre değerlendirmektedir.

    Ben şahsen peygamberimiz (k.s) ile ilgili anlatılan şu hadiseye mucizelerden daha çok değer vermekteyim. Çünkü burada peygamberimizin (s.a.s) üstün kişiliği konu alınmaktadır: Hz. Enes Bin Malik (r.a) peygamberimizin hizmetine küçük yaşlarda, takriben on yaşlarında iken annesi tarafından verilmiştir. O, şöyle diyor: ‘ Ben peygamberimize (s.a.s) on yıl hizmet ettim. Peygamberimiz (s.a.s) bir kere de olsa yaptığım bir işe bu işi niçin böyle yaptın veya yapmadığım bir iş için de niçin yapmadın demedi.’

    Düşünün, kendi çocuklarımıza bile günde kaç kere kızıyoruz, öfkeleniyoruz. Dahası bazılarımız hakaret edip dayak bile atıyorlar.

    Bir küçük çocuğun kuşkusuz her gün pek çok hataları, kusurları olur. Kaldı ki Hz. Enes (r.a) peygamberimize on yaşından itibaren (s.a.s) on yıl hizmet ettiğine göre bu çocukluk çağı gençlik dönemine kadar uzanmaktadır. Bu uzun süreç boyunca elbette binlerce hata, kusur söz konu olmuştur. Peygamberimizin de bunlara kızmaması, öfkelenmemesi mümkün değildir. Çünkü o da bizim gibi bir insandır. Kim bilir belki de şu hadis-i şerifi böyle Hz. Enes’in yaptığı bir hata veya kusur söz konusu olunca söylenmişti: ‘Hz. Peygamber (s.a.s) bir gün etrafındaki sahabelere ‘Size göre pehlivan kimdir?’ diye sordu. Sahabeler, ‘Pehlivan sırtı yere gelmeyendir.’ dediler. Peygamberimiz, ‘Hayır, gerçek pehlivan kızdığı anda kendisine hâkim olan kimsedir.’ buyurdular.

    Elbette peygamberimizin (s.a.s) hizmetinde olan bir çocuğa veya gence hataları ve kusurları olduğunda kızmaması, öfkelenmemesi mümkün değildi. Çünkü peygamberimizin de bizler gibi beşeri bir yönü bulunmaktadır. Ama o bu öfkesini tıpkı yukarıdaki hadis-i şerifte ifade edildiği üzere yeniyordu. Onu kendisiyle güreşen bir rakip olarak görüyor ve alt ediyordu. Dışarıya çıkarmıyordu.

    Bu öfke ve kızgınlıktan dışarıya hiçbir şey sızmıyor muydu? Örneğin çehresinde bir kırmızılık, gözlerinde ve bakışlarında bir sertlik sezilmiyor muydu? Peygamberimizin öfkeli halini bu şekilde, yani vücut dilinde ortaya çıktığını ifade eden pek çok hadis-i şerif vardır. Elbette bunlar insanın elinde olmadan meydana gelen şeylerdir. Bunların karşı tarafa zarar veren bir yanları da yoktur. Bilakis faydalıdırlar. Hz. Enes (r.a) peygamberimizin öfkesini böyle vücut dilinde algıladığı için bana bir kez olsun ‘açıktan kızmadı’ diye anlatmak istemektedir.

    İşte insan ilişkilerinde aslında çok zararlı ve yıkıcı etkisi olan öfke ve kızgınlık, böyle iç dünyada hazmedildiği, dışarıya vurulmadığı zaman karşı tarafa daha etkili bir mesaja dönüşebilmektedir. Öfke ve kızgınlıkla verilen mesajlar genellikle yerini bulmaz. Karşı taraftaki kişi veya kişilerde olumsuz anlamlara dönüşebilir. İlişkileri ve iletişimi baltalayabilir. Ruhsal dünyada yıkıcı ve tahrip edici etkilerde bulunabilir. Ama öfke ve kızgınlık iç dünyada hazmedilip yüzdeki ifadelerle, gözdeki ve bakıştaki anlamlarla kendisini gösterdiğinde çok manidar etkilerde bulunur. İnsani ölçülere ulaşır. Gerekli mesajları insanlara ulaştırır. Yapıcı ve üretken bir özelliğe sahip olur. Kimsenin de kalbini kırmaz.

    Peygamberimiz (s.a.s) nefsine çok hâkimdi. Nefisle savaşı ‘büyük cihat’ diye adlandırmıştı. Onun yakın çevresindeki ve hizmetine bakan kişilere kızgınlığını ve öfkesini hiç göstermemesi büyük bir fazilet olarak dikkati çekmektedir. Bu, hiçbir insanın ulaşamayacağı yüce bir ahlaktır.

    Peygamberimizin (s.a.s) bu yüce ahlakına işaret eden bir başka olay, önce kölesi, sonra evlatlığı olan Hz. Zeyd (r.a) ile ilgilidir. Hz. Zeyd (r.a) küçükken köle olması için ailesinden kaçırılıp satılan birisidir. Onu önce peygamberimizin eşi Hz. Hatice (r.aha) satın aldı ve peygamberimize (s.a.s) hediye etti. Peygamberimiz (s.a.s) yüce ahlakı ile Hz. Zeyd’i adeta büyülemişti. Daha sonraları Hz. Zeyd’i araştırmakta olan anne ve babası onu buldular. Peygamberimizden onu geri satın almak istediler. Peygamberimiz (s.a.s) Zeyd’i kendi yanında kalmak ile ailesine gitmek yönünde serbest bıraktı. Zeyd hür iradesiyle peygamberimizi (s.a.s) seçti. Bir çocuğun ailesi yerine bir yabancıyı tercih etmesinin elbette düşündürücü nedenleri vardır. Bunda şüphesiz en büyük rol, peygamberimizin (s.a.s) Hz. Zeyd’i (r.a) büyüleyen yüce ahlakıdır. Belki de ona hiç öfkelenmemesi ve kızmaması Hz. Zeyd’i (r.a) peygamberimize (s.a.s) manevi bir bağla bağlamıştı.

    Peygamberimizin (s.a.s) öfkesini ve kızgınlığını yenmesi faziletlerinden sadece birisidir, yani deryada damla misali biz yalnız onu seçtik. Bu küçük yazıda ise sadece onun üzerinde kısaca durabildik.

    Sahabelerin imana gelmeleri genellikle iki kaynaktan oluyordu. Bir kısmı Kuran-ı Kerim’deki sure ve ayetlerin büyüsüne kapılıp hak yola geliyordu. Örneğin Hz. Ömer (r.a) bu kesime girer. O kızgınlık ve öfke ile peygamberimizi (s.a.s) katletmek üzere evinden çıktıktan sonra kız kardeşinin evinde okunan Kuran-ı Kerim ayetleri ile sakinleşip hidayet bulmuştu. Sahabelerin diğer büyük bölümü ise peygamberimizi (s.a.s) görünce hidayete geliyorlardı. Onun nurlu siması herkesi büyülüyordu. Pek çok kişiyi imana getiriyordu. Onun yüce ahlakını tanıdıkça ve anladıkça bu imanları derinleşiyor, yakinleşiyordu.

    Bugün Kuran-ı Kerim ortadır. Mealleri ve tefsirleri ile yine pek çok kişinin hidayetine ve irşadına vesile olmaktadır.

    Peygamberimizin (s.a.s) maddi vücudu her beşer gibi ölmüştür. Ama manevi olarak yani ruhsal hayatları diridirler.

    Peygamberimizin (s.a.s) hidayet ve irşat vazifesini gerçek anlamda ondan sonra Rabbani âlimler yüklenmiştir. Bunlar sadece İslami bilgileri bilmezler. Aynı zamanda bildikleri ile amel eden kimselerdir. Bunlara mürşid-i kâmil de denir. Mürşid-i kâmiller nur sahibi olma yanında ruhları olgunlaşıp başka olgun ruhlardan, velilerin ve peygamberlerin ruhlarından feyz alan kişilerdir. Nefisleri Allah’ın (c.c.) ve peygamberin (s.a.s) ahlakıyla güzelleşmiştir. Bu bakımdan çok etkili tebliğ ve irşat vazifesinde bulunurlar.

    Onların tebliğ ve irşat vazifeleri genellikle sohbetlerle olmaz. Ruhları ile olur. Halleri ile yanlarına gelenleri etkilerler. Bakışları ile insanlara haller bağışlarlar. Bütün bunların nedeni peygambere (s.a.s) varis olmalarıdır. Onlar peygamberin (s.a.s) ilim ve ahlak yönü ile varisleridirler.

    İnsanlar, Kuran-ı Kerimi, onun mealini ve tefsirini okuma yolu ile ancak taklidi bir imana sahip olabilirler. Bu iman hadiselerle ve vesveselerle az çok zedelenebilir. Kuşkularla boğuşabilir. Ama mürşid-i kâmile bağlanma yolu ile tahkiki imana erişilebilir. Bu imanla kişi olgunlaştığında inanılan pek çok şeyin gerçekliğini kalp gözü ile bizzat görüp yaşayabilir. Örneğin Kuran-ı Kerim’in aslı nurdur. Bu yönü ile kalp gözüyle algılandığında ona iman tahkiki düzeye erer. Bunun gibi öldükten sonra insana ayan olacak pek çok şey, tasavvuf yolunda erişilen makam ve mertebelerle kalp gözü ile görülür hale gelir.

    Yüce Allah (c.c.) bizlere hidayet ve irşat nasip eylesin. Âmin.
    Muhsin İyi

  • Yorum bırakın